"
-İzmir Agora dergisinin bir sayısı üzerinden 2004 dergiciliği o günün yazanları üzerine bir gezinti_...
Yeni çıkan basın yasası, dergi sayısındaki dalgalanmayı bir ölçüde azaltacak gibi duruyor, çünkü bir anlamda piyasayı test etmek, sürüp sürmeyeceğine karar vermek için bir süre öylece çıkan dergiler, şimdi çıkar çıkmaz bildirimde bulunmak zorunda. Gerçi çoğu dergi, bu yasayı delmek için bir tür önlem geliştiriyor ama anlaşılan bu yönüyle üretim artık daha da sınırlanacak. Diğer anlamıyla Pazar, ne okuyacağımızı, ne yazacağımızı belirleyen boyalı basının bir yan uğraşı, diğer deyişle haber üreten büyük medyanın asıl işinin artıklarını bile satacağı, ya da paranın yanında kültürde satan bankacı yayınevlerinin, büyük sanat sevgilerini yansıttıkları, kitaplarını daha çok sattırmak için kullandıkları dergilere kalacak. Yani dergicilik, Anadolu bozkırlarının hüzünlü, solgun fenerleri, ilk yazanın görücüye çıktığı, kendini sınadığı, olur alıp kitaplaştığı ya da olur alamayıp doktorluğuna ya da manavlığına döndüğü yerler de kaldırılacak. Bu alanda da tek tipleşmeye az kaldı demektir.
...
Şenol Yazıcı / Dağına Göre Boran
Anadolu dergileri ciddi bir açmazda.
Üç yüzü bulan dergi sayısına karşın, belki de ancak bunun birkaç katı sürekli dergi okuru olan pazarı bölüşmeye çalışıyorlar. Arada bir, bu pazara girip çıkanlar olmuyor mu? Hem dergi sayısını, hem de müşteri sayısını artırıyorlar ama gel gör ki, dergicilik ardında bir finans kaynağı olmadıkça bir çıkmaz sokak. O yüzden ülkemiz aynı zamanda bir dergi mezarlığı.
Yeni çıkan basın yasası, dergi sayısındaki dalgalanmayı bir ölçüde azaltacak gibi duruyor, çünkü bir anlamda piyasayı test etmek, sürüp sürmeyeceğine karar vermek için bir süre öylece çıkan dergiler, şimdi çıkar çıkmaz bildirimde bulunmak zorunda. Gerçi çoğu dergi, bu yasayı delmek için bir tür önlem geliştiriyor ama anlaşılan bu yönüyle üretim artık daha da sınırlanacak. Diğer anlamıyla Pazar, ne okuyacağımızı, ne yazacağımızı belirleyen boyalı basının bir yan uğraşı, diğer deyişle haber üreten büyük medyanın asıl işinin artıklarını bile satacağı, ya da paranın yanında kültürde satan bankacı yayınevlerinin, büyük sanat sevgilerini yansıttıkları, kitaplarını daha çok sattırmak için kullandıkları dergilere kalacak. Yani dergicilik, Anadolu bozkırlarının hüzünlü, solgun fenerleri, ilk yazanın görücüye çıktığı, kendini sınadığı, olur alıp kitaplaştığı ya da olur alamayıp doktorluğuna ya da manavlığına döndüğü yerler de kaldırılacak. Bu alanda da tek tipleşmeye az kaldı demektir.
Olsun, dağına göre boran yağarmış. Biz de öyle dağız işte. Bu yasanın, özellikle uzantılarının, ne denli tehlikeli olduğunu Düşe-Yazma dergisinin yönetmeni Burak Esen ve bu yasanın dişlilerine takılıp ağır maddi ceza ödeyenler dışında hiçbir dergici pek ayırt edememiş gibi duruyor. Gerçi Burak Esen’ de yasanın bu yanına değil, devlet dergilerine tanınan altı aylık sürelik avantaj ayrımına değiniyor. Diğerlerin de ses yok. Kimileri isim değiştiriyor, kimileri 10.sayısını birinci sayı yapıp devam diyor, ama pek kafasını yormuyor gibi. Belki de, ne olacağını bilmeden, ortalığı bulandırmak için çıkan olası rakiplerimizin bir kısmından kurtulduk diyorlardır ama dergi, kaleminden kan damlayan sahibi ve sürekli ekonomik kaynağı olsa bile, yazar ve okur olmadan yaşayamaz. Her yazarı ya da her okuru sizin yetiştirmeniz mümkün olmayacağına göre bir dergi bu işi yapmış, yapıyor demektir. Yani rakibiniz gerçekte size hizmet ediyordur. Şimdiki değil, bir zamanların Varlık dergisi ve Cumhuriyet gazetesinin bir devir kitaba verdiği özel önem olmasaydı şu anki ünlülerin kaçı olurdu, bilmiyorum. Bu dünya bu. Bir başıma kimse-siz dergisini üretmeye çırpındığım günlerde, haksız, mesnetsiz dedikodu boyutuna da inebilen saldırılarıyla bizi canımızdan bezdiren, başta altı yetişkin adamın ürettiği sekiz sayfalık bülten AKATALPA olmak üzere hiç kimseye yanıt vermemiştim, içim kan ağlayarak da olsa. Çünkü doğru yazana ihtiyacım vardı ve ben yetiştirinceye kadar onları biri yetiştirmeliydi. Nitekim o dergilerde yazanların bir kısmı sonradan bizde de yer aldı, kimisi takma adla da olsa… ve şimdi durun, dergiyi kapattıktan sonra onların bir kısmının daveti üzerine benim de onlarda yazdığım olduğu gibi. Buna benzer, ama daha da faydacı bir bilinci Adana’da Arslan Bayır, Aykırısanat’ta sürdürüyor diye hissediyorum: Herkes dostu, ama kimsenin de, kendisinin de inanmadığı dostu. Belki de edebiyatçının edebiyatçıya karşı garip duruşunun altında yatan da bu; hem rakip, hem muhtaç, hem mecbur olmak.
Türkiye’de kültürün bir tek başkenti vardır: İstanbul. Agora dergisi, her ne kadar İzmir gibi genel Türkiye coğrafyasına hiç benzemeyen köklü kültür mirasına sahip bir büyük kentte çıkıyorsa da, orda bir devir yaşamış birisi olarak altını çizerek diyebilirim ki, sonsuz mavisine, hep tatildeymişsiniz hissine ve güzel insanlarına karşın o şehir, cilalı bir taşradır ve Agora’da bir taşra dergisidir. Yani bunun handikaplarını da avantajlarını da taşıyor. İki ayda bir yayımlanan dergi 40.sayısına ulaşmış, seksen iç sayfalık dergi İstanbul örneklerini aratmıyor. Anadolu’daki az buçuk yol almış tüm dergilerin İstanbul örneği basım tekniklerine özenmesi, dergide hissetmek istediğiniz ruhu yok ediyor bence. İnsan, Agora’yı eline alınca içinden Akdeniz çıksın, kendi renkleri de çıksın istiyor ama… Gına geldi İstanbul’dan, gına geldi 150 yıldır özendiği batı örneklerini taklit etmekten öteye geçemeyen, o kadar da hak etmediği bir azametle duran bu şehirden ve dayatmalarından.
Derginin 40.sayısının sonunda yer almasına karşın, bence bu sayının en anlamlı yazısı Ahmet Günbaş’ınki. ‘Dert Çok, Hem Dert Yok mu’ başlıklı yazısında artık alınır satılır bir nesneye dönen yazı ve yazar ikilemi ve yazarın içine düştüğü kaosa değiniyor. Başar Başarır’ın Cumhuriyet’te yayımlanan ‘Bitti mi Öykü Çağı’ adlı yazısıyla sözüne başlayan Günbaş, Necati Tosuner’in yine Cumhuriyet’te yer alan ilanını kullanarak bıçağı yara da çeviriyor. 1963ten bu yana yazan Tosuner, aldığı ödülleri sıraladıktan sora, kişiliğini önemseyen, yazdıklarına değer veren, yazarlığını desteklemek isteyen… cimri, kindar, nobran olmayan insanlıktan nasibini almış olan bir yayımcı… arıyor. Hal böyle. Böyle de, adı sanı duyulmamış, hiç sınanmamış birinin kitabı 500.000 adet basılabiliyor ve sayfalarca reklamla sattırıyor da. Bizim dünyamızda da durum farklı değil diyor Günbaş. Ona göre de, bize göre de sistem çökmüş, ne kahramanlar kaldı, ne de kurtarılacak ülkeler…
Bir anı geliyor gözümün önüne: 2000 baharı İzmir. İstanbul’daki yayınevimin sahibinin tutumunu etik bulmayarak, beni yeterince kullandığını da varsaydığımdan, bir aptallık yaparak ikinci kitabımı ondan geri çekmiştim. Yol yordam bilmeyişimizden de, depremin sonrası evim yıkılıp ortalarda kalmamın şokundan de, yeni bir yayın evi de bulamadım. İzmir’de bir yer ararken, şair Asım Öztürk, kitabını basmış olan bir yayınevi önerdi. Gittim, genç bir matbaacı, bakmış bu işte para var, girmiş. Parasıyla bastığını söyledi, ama kitabı incelemeliydi. Hem bedelini benden alacaktı, hem de uygun bulurlarsa hiç bir yerde adı geçmeyen, duyulmamış, dağıtım yapmayan yayınevinin adını kitabıma koymak gibi bir lütufta bulunacaktı. Bu bana önce korkunç, sonra komik gelmişti. Bunu kabul eden yazar var mı, dedim. Herkes kuyruktaymış. Kitabın parasını vermek değildi bana itici gelen. İşin bu yanı ticaretti ve satma şansı kesin olmayan kitabı yayınevi niye bassındı? Beni şaşırtan yazarın, parasını ödediği halde, hiç bir işe yaramayan yayınevinin adını kitabına koydurmak için yazdıklarının beğenilmesini kabullenmesiydi. Kime yararı vardı, kitabını binbir sıkıntıyla üretip parasıyla bastıran yazara mı, işi basım olan matbaacıya mı? Sonradan bizim yazarlarımızın çok azının Aziz Nesin, Yaşar Kemal, Remarkun, Soljenistin ruhu taşıdığını anlayacaktım, ama demek o zaman erkendi. Kabul etmedim, paramı verdim, kitabımı kendi adıma bastırdım. Ben oralarda uğraşırken, birisi daha aynı biçimde kitabının yayımlanması için gelip gidiyordu. Parayı veriyordu ama yayınevinin adını koymasını istiyordu. Kim olduğunu anımsamadığım biri ve matbaacı da, onu karşılarına dikmişler, kitabın notlarını önlerine almış, bu nedir, bu olmamış, diye yazdıklarını eleştiriyor, kusurlar buluyor, o da boynu bükük padişah divanındaki vezir gibi dinliyordu. O kitap, ordan çıktı mı çıkmadı mı bilmiyorum, ama o kişiyi anımsıyorum. Sonradan gerçekten başarılı yazılarını okuduğum Ahmet Günbaş’tı. Sevgili Günbaş, sorun nerde biliyor musun/ bozulan ne? Bozulan insan, edebiyat değil, ama önce yazar… o eskiden olduğu gibi bir yazıyla ömrünü hapislerde geçirmeyi göze alan onurlu yazar yok artık. Şimdi adı duyulsun diye göbek atmaya hazır bir yazar modeli var. Dedik ya, dağına göre boran. Öyle yazara öyle okur, öyle yayıncı…
Şimdi Günbaş, bu benim var olmaya çalıştığım yöntemim, sana ne, diyebilir. Hiç de öyle değil, onun ve öteki yazarların kabullendiği ve meşru bulduğu yöntem adamlarda alışkanlık yapmış, bana da uygulamışlar.
Bunu anlamak zor. Yazmak, tabi ki bir tür ruhsal zorlanma taşısa da, inanç işi, misyon işi. Yazan bilir, yaşadığın sürece maddi anlamda bir yere varamayabilirsin, tarih böyle, ama yayıncılık başka: Bakkal açmak, emlakçı açmak neyse, o da o, para işi. Kitabının para getireceğine inansın, basar yayıncı, diğer türlü Tolstoy olsan ona ne? Bunu başkalarından en azından daha çok düşündüğüne emin olduğum yazar, nasıl düşünemez? Düşünür, bilir de kabullenmek istemez belki.
Üçüncü sayfadaki “agora gündemi” başlıklı yazıda Hasan Özkılıç, ‘edebiyatın ve sanatın namusuna’ değiniyor. Osman Şahin’in yazılarından ve öykülerinden hareket ederek, 12 Eylül yaptırımlarıyla ilgili yadırgamalarına yer veren yazar, sisteme ya da birilerine yaranmak uğruna öykünün, edebiyatın ya da sanatın namusundan ödün verilmemesi gerektiğini dile getiriyor. Sistemle, giderek dünyayla çatışması olan / olması gereken yazarın birilerinin dümen suyuna girdiğinde, devlet radyosuna maaşlı ozan olan Aşık Veysel örneğinde olduğu gibi, üreticiliğinden geri düşeceğini Ahmet Arif’in anlattıklarıyla örnekliyor. Belki, burada sanatçının her hangi bir ideolojinin ya da inanın egemenliğine girmesi durumunda da benzer durumun yaşanacağını eklemek gerek. Yani Günbaş’taki yanıt burada da var. Önce, namuslu insan.
Afşar Timucin, Nazım Hikmet’in “Memleketimden İnsan Manzaraları’na” değiniyor Felsefe Sohbetleri’nde. Bir yazarın değerlendirilmesinin bir kaç şiirle ya da yazıyla yapılmasının hiç de doğru olmadığını, bunun tüm yapıtlarını göz önünde bulundurarak yapmak gerektiğini savunuyor. Nazım’ın ünlü yapıtının değerlendirmesinde yazın dünyasına yönelik uyarılarda var. Yazının bütününden, söylenenin edebiyat araştırmacılarına ışık tutan bir açıklama olduğunu anlasak da, Görki’nin tüm eserlerini çok sevmeme karşılık “Ana”yı ancak sol yanımın sevdiğini, sanatsal gücünün zayıf olduğunu, yanıtı Hasan Özkılıç yazısında vermiş olsa da, neden düşündüğümü kendi kendime sormadan edemiyorum. ‘Memleketimden İnsan Manzaraları’nın bütününe getirdiği yorumda, N.Hikmet’in bu eserde zaman zaman nesir yazdığını zaman zamanda “ şiiri kullandığını söylerken bence Nazım’ın tüm eserlerinde bu özelliğin olduğunu belirtmeliydi. Nazım’ın şiiri biçimde değil özdedir. Onun ilk dönem yazdıkları ve birkaç Mayakovski örneği dışında her hangi bir biçimsel yol izlediğini sanmıyorum. İyi biliriz ki, Nazım’ın bilinen anlamda nesirle bir işi yoktur, hatta nesirde başarısız bile olduğunu söylersek çok iddialı bir söylem olmayacaktır. Alın "Kan Konuşmaz" romanını, okumayı deneyin.
M. Sadık Aslankara, Orhan Kemal öyküleri üzerine kapsamlı bir araştırma yapmış, bu çalışmaların üçüncüsünde kırmızı küpeler ve oyuncu kadındaki yirmi iki öyküsüne değiniyor, Orhan Kemal’in birçok öyküsünün çocuklara yönelik seçki biçiminde yayımlanabileceğini söylüyor yazar. Yazar, aynı zamanda Orhan Kemal ve aynı dönem yazarlarının,1950 gibi bir kesin tarih de düşerek kendi çocukluklarını değil, hep başka çocukları anlattığını, 50li yılardan sonraysa, bunun tersine bir yol izlendiğini söylerken, bunun Orhan Kemal ve dönemindekilerin, çocukluklarını pek yaşamadıklarını bu yüzden anlatmadıklarını savlıyor. Doğru olabilir, kim bilir yazan insanın nedenlerini? Bence bir şeyi anlatılır kılan yazarın etkilenme gücünün yanı sıra, başkalarını ne kadar etkileyeceği düşüncesi olsa gerek. Ona bakarsanız Gorki,’ doğuştan yetişkin olanlardandır, zor bir çocukluk yaşar, ama anlatır. Ayrıca, hiçbir çocukluk yaşandığı kadar kötü değildir, iş anımsamaya dönünce. Aslankara, birçok yazarda rastlanan bir başka olguyu Orhan Kemal’in yapıtlarında da gördüğünü anlatıyor. Yazarların çoğu, benzer durumları anlatırken, hele aynı, yakın dönemlerde üretiyorsa eserlerini, benzer, anlamdaş, yakın anlamlı hatta aynı söz dizgilerini kullanır. Yazar bunları da örnekliyor. Gerçi, O. Kemal’de bu işin kalıplaşmış kimi deyişlerden öteye geçtiğini, paragrafların bile aynı biçimde kullanıldığını örnekliyor.
Hayri K. Yetik, Türk edebiyatının üretken ama bir o kadar da kenarda bırakılmış yazarlarından biri olan Burhan Günel ve son romanı Ateş ve Kuğu üzerine bir söyleşi yapıyor. Çoğu kez söyleşileri hangi gurup yazıya dahil edeceğimi kestiremem. Söyleşi yazanın mıdır, yapılanın mı? Düşünün, bir cümlelik bir soru ve ardından bir sayfalık yanıt, şimdi yazı, soruyu soranın olabilir mi? Bu söyleşi, Burhan Günel’in dersem H.K.Yetik bana kızar mı? Kızmamalı, bizler birbirimize ayna tutmazsak verdiğimiz bunca emeğin boşa gideceğini kim söyleyecek dersiniz? Günel’i tanıdığımdan gerek üslubunu gerekse felsefesini sezebiliyorsunuz, yazarın yaptığı, soruları sormak olmuş. Sivas’taki yangını anlatan Ateş ve Kuğu, Borgesvari bir gerçekçiliği de içinde saklıyor. Yaşayan kimi insanların da yer aldığı yapıt, roman olduğu icin tabi ki kurmaca özellikler taşımakta. Burhan Günel, medya destekli bir yazar olmadığından belki hak ettiği ulaşamayacak ama bu söyleşideki kimi yargıları edebiyatla uğraşan çok kişinin işine yarayacak türden. Hayri K. Yetik’in, “ romancının bilimsel yazılar, kurumsal yazılar gibi nesnel metinler kurgulaması olanaksız…” diye, romancının nesnel olamayacağını iddia eden, bence güdük doğmuş bir soruya Günel’in normalde öfkeyle verdiğini sandığım yanıt anlamlı: “ Bir sanat yapıtının bence en temel ölçütü, ortaya konanların başkalarına da ilgilendiren özellikler taşımasıdır. Bu nedenle nesneldir.” Alkışa değer.
Hayri K.Yetik, ‘Sözcem’ köşe başlığı altında, alternatif kültür yazısında hayat ve sanat dergisinin bir soruşturmasına dayanıyor. Kültürün tanımlamaları, çeşitliliği ve doğası üzerine bir deneme kimliğindeki yazıyı okurken yoruluyorsunuz. Belli ki, öz Türkçe ve sol söylemli H.K.Yetik, yansıttığı bu ilgisinin sonucu, yazdığının sözlüksüz, ki kimi yazdıkları sözlükte de yok, anlaşılmayacağını düşünmemiş olmalı? Tüm Agora okurlarının benzer yetkin anlayış düzeyinde olmasını beklemekten başka yapacak yok. Edebiyat öğretmenliği yaptığım sırada, öz Türkçe öğretme ve konuşma gayretinden dolayı sürülmüş bir yazan olarak bunu böyle düşünmüşsem ciddiye alınmalı.
Buket Öktülmüş, Erhah Karagöz’le romanı ‘Yüreğinin Seğirdiği Aşk’ üzerine söyleşiyor. Diğer olumsuz unsurları hesaba katmasak bile, yılda üç yüze yakın roman yayınlanan ülkede romancının işi zor. Yazar, romanında mekân ve zaman olarak 1918-1919daki Kars Cumhuriyetini seçmiş. Evet, yanlış okumadınız; Kars Cumhuriyeti… Tek başına dev bir roman olacak bir konudur bu. 93 Harbinde Rus işgaline giren Kars ve çevresinden 1918de Rusya’nın çekilmesiyle oluşan boşlukta kurulan cumhuriyettin ömrü 2.5 ay olacaktı ama Türk adının geçtiği Türkiye Cumhuriyetinden bile önce ilk cumhuriyet olması yönünden anlamlı.
Kemal Gündüzalp, eleştirmen ve yazar üzerine kurmuş yazısını. Her yazarın biraz eleştirmen her eleştirmenin de yazar olması gerektiğinden söz ediyor, ayrıca kendi beklentisiyle çelişen bir yakınması da var, eleştirmenlerin yazar sayılmayışı talihsizliğine değiniyor. Bundan daha doğal bir şey olması beklenemez değil mi? Biri şair olursa, bir diğeri iyi bir makalecidir, bir başkası iyi bir denemeci. Ne var ki, katıldığımız bir yan var, Kemal Gündüzalp’in dediği gibi yazar, iyi ya da kötü, ama mutlaka her edebi türü başarabilen olmalıdır. O kadar ucuz değil yazarlık sıfatı. Uzmanlaşmak ayrı bir olay ama ben şairim, ama öykü bilmem… ya da benzeri savunmalar, bir çok okuma yazması yetersiz, edebiyatın poetikasından habersiz, ama şair, ama eleştirmen yaratmıştır. Ben, hiç şiir yazamayan birisinin, beğendim ya da beğenmedim dışında gerçek anlamda şiir eleştirisi yapamayacağını düşünüyorum. Gündüzalp da başka düşünmüyor. Ne olursa olsun, yaratı başlangıç için yeteneğe dayalıdır, oysa eleştiri için yetenek yetmez, birikim zorunludur. Yani ciddi bir alt yapı ister, ama eleştirmenin de biraz yaratıcı yazından nasiplenmesi gerekir.
Geçen kış genç yaşta aramızdan ayrılan Bursalı yazar Yücel Bayku’nun anısına birkaç sayfa ayrılmış. Dostları ve öykü atölyesinden öğrencileri Yücel Bayku’yu anlatıyor. Edebiyat dünyası bir garip, yaşarken varlığına hiç değinmediklerinin ölünce erdemlerini anlata anlata bitiremiyorlar. Ne var ki, bu tavır, ne bir Bursa’ya ne Türkiye’ye, ne de bu çağa özgü, hep böyle olmuş. Neyse, benim de, Yücel Bayku’yla ilgili bir anım var, ona geçmeden yazılara değineyim, Halide Yıldırım’ın bir kaç şiirini okudum, şiirin net anlaşılmak gibi bir kaygısı olması, şiirin doğasına aykırı, ama bir şeyler sezdirmesi, hissettirmesi gerekir. Yıldırım tarzını bulacaktır, ama şu anki çoğu şiiri bu türden değil. Ama bir şiir tadı da var. Oysaki dergideki anı yazı, yani bir düz yazı. Düz yazı, şiirin konuşamamaktan ortaya çıkan gizemli gücünü taşımaz, yani düz yazı konuşmak zorundadır. O yazı konuşmuyor.
Beyza Ersoy’ daha başlangıçta bir yenilik yapmış, tefrika gibi geçen sayıda çıkan yazısında sözü yarım bıraktığını söylüyor, acaba Agora bu tür yazıların ikincisini mi yayınlıyor, yoksa bir başka yerde çıkan yazının devamı ya da Ersoy’un tuttuğu güncelerinden öylece alınıp dergiye gönderilen bir yazı mı? Ama o zamanda bir baştan savma var. B.Ersoy, yazının bir yerinde başka bir açılım geliştirirken, birden başlangıçtaki anlattığına dönüyor, ‘öykü atölyesini’ bırakmayı düşündüğü noktaya. Oysa onu daha önce bir kaç kez anlatmış ve bitirmiştir. Yazarlık hiç affetmeyen ciddi bir iş.
Neyse anıma geçeyim: 1999’un ilk yarısında da Bursaya iki kez etkinliğe gitmiştim. Birinde o devrin moda işletmelerinden birinde, Kelepir’deydim. Daha sonra Bursa AS tv’nin bir carlı yayınına davet edildim, katıldım. İşim bitince Kelepir’e uğradım. Akşamdı, bir etkinliğine davetli geldiğim kelepirin sahibini yeni tanıyordum, ama ben de olumlu izlenim bırakmıştı. İyi karşıladı. Dükkânın üst katında yer alan ka’feye çıktık. Boş yer yoktu, birilerinin oturduğu bir masaya yöneldi, hayır dememe kalmadan beni oturttu ve gitti. Tanıştırmak için bir şeyler söylemiş miydi, emin değilim. Masada oturan iki bayan, iki de erkekten yapılı, sakallı olanı da Kelepirdeki söyleşime katıldığını, kitaplarımı beğendiğine benzer bir şeyler dedi, dedi miydi, şaşkınlıktan tam anlamadım. Belki kendi psikolojimden öyle düşünüyordum, belki gerçekten öyleydi, varlığımdan bir rahatsızlık duyduklarını hissediyordum. Düşünüyordum ama o anda neyi yapsam doğru olacağını kestiremiyordum.
Çaresiz bir durumda masaya tam yaklaşamamış onlar da davet etmediklerinden bir kenara ilişik kalakalmıştım. Beni aralarına almaya ya da dost olmaya hiç niyetleri yok geliyordu bana, ama edebiyat ve kültür sanatla ilgili kimi sorular soruyor ve benim yanıtlarımdan çok kendi bildiklerinin büyüsünde konuşuyorlardı. Söylediklerinde yanlış ya da doğrudan daha çok öznellik vardı, ama bir keskinlikle bana da dayatıyorlardı. Hem sempatik durmaya kararlı hem de soyunduğum yazarlığın misyonunu savunmam gerektiğini düşünerek zayıf bir sesle direnmişsem de başaramamıştım. Konu kitaplaşmak ve yazarlık üzerineydi. Onlara göre, yazarın kitap sahibi olması gerekmiyordu, bense, yazarın ancak kitapla yazar olabileceğini iddia ediyordum. Öyle ya kişi, bir iki şiir, öykü yazdı diye, yazar olamazdı; yazarlık, yaratıcı gücün uzun soluklu var olması ve bu soluğun kanıtlanmasıyla hak edilirdi. Bu da ancak bir kitapla olurdu. Yani hamamda bir şarkıyı iyi söylediniz diye şarkıcı olursunuz? Yapılı, sakallı arkadaş benim söylediklerime aldırmıyor, daha doğrusu, biraz sanki bana inat aynı şeyleri yineliyordu. Yanımda oturan diğer erkekse masaya dayadığı dizlerini ben geldiğimden bu yana hiç indirmemiş, yüzüme bile bakmadan arkadaşının söylediklerini bir edebiyat, yazar hakemi edasıyla yineliyordu.
Ne kadar zaman geçti bilemiyorum. Konulardan daha çok, bana aldırmayışları, bırak yazarlığımı, bir konuk saygısı görmeyişim, kelepirin sahibinin benim düşüncemi sormadan, masaya sürekli müşterilerini eğlendireyim diye atmış olduğu hissi başımı döndürmeye başlamıştı. Beni önemsemiş olabileceklerini ve beklemedikleri bu durumun şaşkınlığıyla öyle garip davranacaklarını hiç düşünmüyordum. Artık onlardan nefret noktasındaydım. Oturur da konuyu sürdürürsek yanlış şeyler söyleyeceğim kesindi. Soğukkanlılığımı korumaya çalışarak kalktım:
“- Benim kimisi ikinci baskısını yapmış kitaplarım var. Hakkımda bir yığın yazı çıktı, ama yazarım diyemiyorum, ama edebiyat öğretmeniyim diyebilirim, gene de sizin kadar kesin konuşamıyorum. Söylediklerime saygı duymuyorsunuz. Oysa bir pop şarkıcısı olsaydım her halde nereye oturtacağınızı bilemezdiniz.”
Ne cevap vereceklerini beklemeden aşağıya dükkân sahibinin yanına indim. Onun sorularını da bir şey söylemeden geçiştirdim. Bir süre oturduk, sonra yukarıdan bir hanım indi, yanımıza gelmeden kapıdan oldukça heyecanlı bir sesle;
“-Bizler kitaba ve yazara saygı duyan insanlarız, popçulara değil…” deyip gitti. Bayanın yukarıdaki masalarında oturduğum sakallı beyin, yani Yücel Bayku’nun eşi olduğunu sonradan öğrenecektim.
Çok zaman geçti aradan, çok şey de oldu. Ben deprem sonrası önce İzmir’e, ardından Bursa’ya taşındım. Bursa’ya geldiğimde Kelepire yeniden uğradım. Sahibi elime bir kitap tutuşturdu. Sükût Ayyuka Çıkar adında bir kitaptı. Bu dedi, hani tartıştığın vardı ya, Yücel Bayku, onun. Merakla, kitap yazar için önemli değildir, diyen yazarın yapıtına göz attım. Kötü, demeyi çok isterdim, ama değildi. Kullandığı eski, belki epik bir romanda geçmesi denk düşebilecek sözcüklere karşılık çok iyi bir öykücünün izlerini taşıyordu. Belli ki, bu Bursa kültürü değildi, kimi coğrafyalar bu tür anlatı gücüne izin vermiyordu, Bursa’da onlardandı. Sonradan Azeri olduğunu öğrenecek bir daha üzülecektim. Çünkü benim kanımda da Azerilik vardı. Sonra bir etkinlik sırasında Bayku’yla karşılaştım. Geçmişi hiç açmadık, merhabalaştık, konuştuk. Kitabını beğendiğimi, ama neden ısrarla kimi eski sözcükleri kullandığını da sordum.Aramızda geçen o sevimsiz olaydan hiç söz etmedik.. Belki ben fazla duyarlı ve alıngan davrandığımı, o da ortada bir nezaketsizlik olduğunu fark etmişti. Ama dost olmaya olanak olmadı. Kimse-siz kültür sanat dergisini çıkardığımda beni, edindikleri sırça saray ağalığına bir düşman gibi gören, ‘Bursa’da bir dergiyi ancak bir Bursalı ya da biz çıkarırız…’ diye savlayacak kadar akıl izan düşkünlerinin ve bunu açıkca da belli etmekte bir sakınca görmeyenlerin yanında Bayku ve arkadaşları sevimli geliyordu ama ne dergiye geldi, ne de yazı gönderdi. Doğrusu, ben de gelin demedim. Biraz da, bizim birbirimizden uzak durmamız, kimilerinin, en başta bana ve onlardan uzak tutmaya çalıştığım dergiye pek dost davranmayan Kelepir’in sahibinin işine geliyordu, istesem de aşamayabilirdim. Yaşamın kazalar ve anlar üzerine kurulduğuna inanmak gerek. Belki o olay yaşanmasaydı, yazdıklarından çıkardığımca, çizdiği görüntüsünden çok daha duygu ve insan sevgisiyle donanmış Yücel Arkadaşla iyi dost olabilirdik de, ama olmadı.
Sonra, arada bir kitap da satan, ama kültür sanatı işi gereği iyi kullanan bir lüks, dahası kich bir lokantada öykü atölyeleri kurduğunu duydum. Büyük bir gelecek vaat eden bir yazar için benim anlayışıma göre biraz dünyevi gelmişti ve doğru bulmamıştım. Bir daha da görüşemedik. Hepimiz, yaşamın sorunlarını aşma derdinde koştururken anlamsız bir ölümle aramızdan ayrıldığını duydum.
2000 Mayısında Yazarlar Sendikasının yaptığı bir etkinliğe İstanbul Caddebostan’a gitmiştim. Türkiye’nin adı duyulmuş otuza yakın şairinin yanında, bir iki gazeteci yazar, bir de Öner Yağcı’yla ben düz yazı yazarı olarak vardık. Tek bir okur gelmedi. O otuza yakın yazar birbirini ağırladı. Oradaki konuşmamda, bu yazar ve şiir enflasyonunun iyi bir şey olmadığını söylemiştim, Öner Yağcı’nın konuşması da benzer temadaydı. O gün beni uyarmıştı da, “ Bak, Burhan Günel, bir iki yazarla ilgili ettiği sözden dolayı İstanbul kapılarını açamaz, ona göre…” Kitabımı çektiğim yayınevi sahibi Öner’in arkadaşı olduğundan, önce ona yormuştum. Gene de; her iki olasılığı kapsadığını düşündüğüm yanıtımı da vermiştim: “ Ben yazar olmaya soyunurken, rahat konuşmak için oldum, ahkamcı olmak için değil, konuşamazsam ya da doğruyu ayırt edemezsem yazmam.”. İstanbul kapılarını bana açıyormuş açmıyormuş çok umurumdaydı, onların da umurunda olmadığım gibi. Doğrusu birkaç zavallıyı saymazsam ben İstanbul’dan bir düşmanlık görmedim.
Hala aynı yerdeyim, ben de dergi çıkardığımdan takma adla şiir yazanlar kervanına katıldığım halde şiirin edebiyatın en zor, ama en vurucu yanı olduğunu da hala söylüyorum. Denemeci, makalece, eleştirmen, kısa öykücü, romancının bu kadar çok olması doğal geliyor bana da, bunca şair, bunca birbirine benzeyen şiir… biraz fazla değil mi? Agora’da bu tür şiirlerle dolu. Neyle tanımlanıyor bilmiyorum, ikinci yenici mi , sürrealist mi ,dadaist mi? Ya da çeviri şiir takliti mi?..bir sanat eserinde olması gereken akılda tutmak isteyeceğiniz bir dize, yüreğinizi kaldıran bir deyiş, örnek olarak sunacağınız bir tema, yani özetle insan… çoğu bir konfeti yağmuru ya da tamtakır söz dizini,..bulamıyorsunuz. İyi şiir yok mu, var tabi ki. Mehmet Sadıközkırımlı’nın ‘Yalan Tanrısı’, Namık Kuyumcu’nun ‘Sende Bekleme Kaptan’, Özgen Seçkin’in ‘Temize Çekmek’ şiirleri gözüme çarpanlardan bir kaçı. Ahmet Özer’ de ilgi çekenlerden ama bunca zamanın şairinde, Yaşar Miraç gücünde daha bir vuruculuk mu, bekliyorsunuz, ne?
Derginin son sayfalarında İzmirli aydın ve sanatçıların cezaevleriyle ilgili yeni çıkacak yasaya karşı tepkilerini içeren bir basın açıklaması var.
Ben, Anadolu’daki dergileri karanlık denizlerdeki solgun deniz fenerlerine benzetirim. Onlar yaşamalı, onlar, yok olduğunda asıl kaos başlayacak. İçinde yolculuğu sevenler, aynasız kalacaksınız.
Emek verenlere selam olsun.
Şenol YAZICI, 5 Ocak 2004