==========================
TARİHİ SEVMELİ:
*TİMES dergisi bugüne değin yer alan kapaklarından seçtiklerini yeniden yayımladı geçenlerde. Başta Atatürk'ü konu alan 1923 tarihli sayısının kapağı vardı. HAYIRDIR?
İnkar edilecek yanı yok, birinci dünya savaşında bize savaş ilan etmedi, Vilson Prensipleriyle ulusların kendi kaderini tayin hakkını, parçalayıp yönetmek için azgelişmiş ulusların başına çok insani bir biçimde çuval gibi geçiren Amerika. Ne var ki Çanakkale’de İtilaf devletlerinin bombalarını müttefik Amerikan gemileri taşıyordu.
Kendileri, hep ben istemem asaletinde dursa da itilaf devletlerinin nazik, silahlı ısrarıyla Türk Ulusuna dayattığı , Anadolu'yu kurulacak Büyük Ermenistan’da dahil ne kadar parçalayıcı unsur varsa himayesine almaya hazır ve nazır Amerika, ulusal kongrenin tam bağımsızlık ilkesiyle “manda”sı kabul görmeyince, Kurtuluş Savaşında artık dostumuz değildi.
Tarih kitaplarının yazmadığı Kurtuluş Savaşı sırasındaki Amerikan varlığına birkaç örnek göstermek anlamaya yeterli.
ABD, İtilaf Devletleri'ne Osmanlı'nın Anadolu'da kalan topraklarının işgalinde yardımcı oldu. ABD'nin işgale yardımı lojistik destekle sınırlı kalmadı. ABD İzmir'in işgaline USS Arizona ve üç tane savaş gemisiyle koruma sağladı. 7 Haziran 1922'de Yunan savaş gemileri (aralarında Averof zırhlı kruvazörü bulunuyordu) ve ABD savaş gemileri USS Sands, USS McFarland ve USS Sturtevant Rum çetelerine destek olmak için Samsun ve Trabzon'u bombaladılar. Gemilerin Samsun'a 400 top atışı yapmalarına karşın Türkler tek bir topla sadece 25 atışla karşılık verebildi. Samsun'un bombalanmasında 4 Türk öldü ve 3 Türk yaralandı. Ayrıca şehirde büyük oranda maddi hasar meydana geldi ve onlarca bina da oturulamaz duruma geldi
"Yedi Düvel'in işgaliyle nasılsa baş edemeyeceğimize inanıyor,pasta payında hakkını istemek için arkadan vuruyordu ama yine de temkinliydi.
Tarihinde birilerinin dostu oldu mu, o başka bir konu? Devletlerin dostu olur mu? O da başka konu elbet?
Niye mi açıktan dövüşmüyordu. Nasılsa birader İngiltere, Anglo Sakson dayatmalarının nöbetçisi olarak ordaydı, diye değil elbette.Ortaya attığı Vilson Prensipleri’nin ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin gereğini yapıyoruz, dememizden utandığından da değildi bu duruşu. Başta ekonomik hesapları, Türkiye'deki misyoner kuruluşları, Amerikan enstitüleri ve onların faaliyetlerine son verilmemesi içindi.
1914 yılında Türkiye’de 627 Amerikan Okulu bulunmakta ve bu okullarda 34.000 öğrenci okumaktaydı.”(ASIA, Ocak 1920, Aktaran DY Savunma).
Çıkarları olan reji, yani tütün uygulamasına ve Merzifon’daki okulunda ortaya çıkan, Vilson prensiplerini kendine göre yaşama geçirmeye çalışan Pontuscu gelişmelere pür dikkat kesilmiş, Karadeniz’e gemi göndermiş, Karadeniz kıyı kentlerini tıpkı İngiliz desteğindeki Yunanlıların yaptığı gibi topa tutacağını ima etmekten de geri kalmıyordu. En çok kaygılandığı nokta, bize maddî manevî her türlü yardımı yapan Sovyet Rusya’yla yakınlaşmamızdı. İngiltere’nin Rusya’yla aramıza bir duvar germe düşüncesiyle var gücüyle hayata geçirmeye çalıştığı Kafkaslar da başta Ermenistan olmak üzere küçük devletler oluşturma politikasında da destekçisiydi.
Türkiye Cumhuriyetini tek tanıyan ülke olarak görünen Sovyet Rusya adına Bakü’deki kongrede Lenin, sınıf hareketine dayanmayan ulusal kurtuluş savaşlarının, yani burjuva devrimlerinin desteklenmesi gerektiğine işaret ederken yakın dostu Türkiye’yi hesaba kattığını düşünmek iyimserlik gibi görünüyorsa, o zamanki dünya gerçeğini düşünmeli.
Elbet unutmamalı, kısa bir süre önce, Yunanlılar İngiltere’nin kuklası olarak tarih sahnesine çıkıp Anadolu’da Truva’ya saldıran atalarının bile kemiklerini sızlatacak bir maceraya imza atmadan Çarlık Rusya’sı bir numaralı düşmanımız olarak bilmem kaçıncı kez girdiği Anadolu’da bu kez Karadeniz kıyılarına itilâf devletlerinin kazanan tarafı olarak girmiş, gitmemeye kararlı yerleşmişti. 1917 ihtilalinden sonra İtilaf Devletleri grubundan ayrılarak savaştan çekildi. Ekim devrimi onların bu sıcak denizlere inme amaçlı emperyalist heveslerini bitirecek, geri çekilecekler, bu kez en iyi, hatta elle tutulur tek dostumuz olacaklardı. Bunun nedeni de kolayca anlaşılır bir şeydi. Türkiye batıyla anlaşır, boğazları açarsa Avrupa köklenmeye çalışan, Almanya ve diğer sanayi ülkelerinden müjdeli haberler alıp dünya siyaseti olacağını düşünen Sovyet Devrimini bitirebilirdi. O nedenle bizim derdimiz onların derdiydi. Denilebilir ki, Atatürk’ün de görüp akılla idare ettiği bu politika iniş çıkışlara karşın salt ülkesi için değil, Ekim Devrimi için de tam bir felakete dönen Stalin’e kadar sürecektir…
Ah Stalın!!! Amerika’ya karşı uydu devletler yaratma projesi hiç de akıllıca değildi. Zaten Kominizim paranoyasındaki Amerika, Yunanistan’daki iç savaşı gerekçe edip Truman Doktriniyle, Rus etkisine açık ülkeleri Marşall yardımıyla desteklemeye karar verecekti.
Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Milli Şef İnönü, ABD'den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında
Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesi,
Milli Şeflik,
"5 yıllık kalkınma planları"
ve
Köy Enstitüleri... gibi Sovyetler'den esinlenmiş uygulamaların kaldırılmasını talep edecekti.
Ve bu anlaşmayı da o zamanki CHP genel başkanı da olan milli şefimiz İnönü imzalayacaktı.
Haksızlık etmeyelim. Ne İsmet İnonü, ortanın solundaydı o zaman, ne o CHP bugünküyle damla benzerlik taşıyordu?
Arkası gelecekti, Truman doktrini Marşall yardımlarıyla kanımıza kadar işleyince Komünizme karşı cansiparane yer almamız sağlanacak, ezeli düşmanlık, ulusal erkeklik gururumuzu da okşayan Katerina’ konusu da dahil bütün geçmişiyle horlayacaktı. Dünyanın komünizm paranoyasının yanında yer alarak uluslararası arenada KORE dahil sergilediğimiz kahramanlığımız yetmeyecek, bu anlayışın uzantısı olarak içimizde de bütün dehşetiyle sürecek bir savaş başlayacaktı.
Biz bir işi üstlenmeyelim, yaptık mı tam yaparız.
Altmışlı yılların ortalarından başlayarak yetmişli yıllarda, Rusya’ya ve Çin’e sataşmayı gözümüz kesmeyince, içimizdeki ayrıkotlarını temizlemeye verecektik kendimizi. Aramızda var olan koministleri, hatta saç uzatarak, mini etek, İspanyol paça giyerek, Karadeniz’e bakıp iç geçirerek kendini belli eden potansiyelleri, kafatası ölçüleri standart Türk kafatasına uymayanları, mevcut Ortodoks mezhep ve anlayışına sıcak bakmayanları, elbette fırsatı gelmişken bilumum zararlı haşaratı da yok etmeye adanmış çalışma yıllarımız olacaktı o yıllar. Kimi devlet elinden, kayıtlı 5000 kişi öldürülecekti, çoğu üniversiteli. Gencecik çocuklarımızı, ulusça el birliğiyle vatan kurtaran ya da vatan düşmanı rolüne sokup, katil ve maktul potansiyelimizi tüm dünyaya iftiharla gösterecektik
Sonra da günde elli kişiye varan ölümleri bir ıslıkla durduran “örfi idare”ye, nasıl oldu, diye sormadan sıraya geçip istisnasız hepimiz alkış tutacaktık. Gün olacak, o alkışları da külliyen inkar edecektik, elbet.
Burası Türkiye, elbette onun da rövanşı olacaktı. Gün olacak, neye yarayacaksa “Örfî İdare”nin ahrete hazırlanan generallerine fırsatı ganimet sayıp işledikleri günahların vebalini güya soracaktık.
Tarih gariptir, rastlantılar olağanüstü sonuçlara yol açar…
Ülkelerin dostu yoktur, menfaatleri vardır der, ya İnonü de…
İşte böyle bir sürecin başlangıcında Amerika’da çıkan bir dergi, TİMES, Amerikan siyasetinin kısa bir süre önce A.DULLES’in ağzıyla “Mustafa Kemal’e karşı sert bir tavır takınılmalıdır(...) Eğer Türkiye, hiçbir zarar görmeden Devletlere kafa tutmaya devam eder, kapitülasyonları kaldırır ve İstanbul’a yerleşirse, bu yalnız Ortadoğu’da değil, Avrupa’da barışı tehlikeye atacaktır.”dediği bir azgelişmiş ülkenin KURTULUŞ SAVAŞI veren liderini kapak yapacaktı.
NE DERSİNİZ, RASTLANTI MI, GAZETECİLERİN KONU BULAMAYIŞINDAN KAYNAKLANAN BİR SONUÇ MU? YOKSA NİHAYET AMERİKA’NIN BİLE TESLİM ETMEK ZORUNDA KALDIĞI HAKKI OLAN BİR ONURLANDIRMA MI?
***
VE ACIKLIDIR…
Bugün en büyük ihtiyacımız elbette BARIŞ. Ekonomik kaynaklarımızı yok eden, on binlerce yurttaşımızı şehit ve mağdur eden, ülkeyi öteki, bizimki diye bölen bu terör ve savaşın bitmesi herkesin isteği. Elbette barış uzlaşmalardan geçer ve ödün gerektirir, zorumuza gitse de… Bunun yollarını bulacak ve uygulayacak olanlar sorumlu iktidarlardır.
Ne var ki, bugün Atatürk’ün kurduğu demokrasinin kazanımlarıyla rahat ortamda bizler, onun ilkeleriyle uzlaşmayı reddederek hatta rövanş alma anlayışında, Cumhuriyet’in takipçileri milyonları hiç hesaba katmadan, yani en başta ATATÜRK’le barışmadan,
BARIŞTAN söz ediyoruz…
İnsan merak ediyor? Eksik ve bir ayağı topal bir barış mı isteniyor, yarın dünya siyasetini belirleyenlerin gerektiğinde kurcalamaları için?..
*TİMES dergisi bugüne değin yer alan kapaklarından seçtiklerini yeniden yayımladı geçenlerde. Başta Atatürk'ü konu alan sayısının kapağı vardı. HAYIRDIR...
Şenol Yazıcı, 5 Mart 2013