top of page

 

 

 

Kalandar*

 

 

 

 

Zigana’nın doruğundan aşağılara derin vadi boyunca denize doğru durmadan esen ince yel, yükselip yukarılarda yığılan gelin tacı olmuş dumanı dağıtmaya yetmezdi. O yumuşak esinti, akşama doğru dağları tarayan solgun günün ışıkları azalıp gökyüzü bulutlarla kararınca, bir kıyamet gürültüsüne dönüp kar yüklü ormanlardan aşağıya sel gibi akar, her bir evdeki feri sönmeye yüz tutmuş ateş böcekleri kadar aydınlığıyla karanlığa hükümsüz kalan köyün üstüne bütün gücüyle yüklenirdi.

 

O zaman gökyüzü, dumanından, kirinden arınır, gece bile olsa  bir tepeye çıkıp da baksan dünyanın öte ucunu görebileceğin kadar temiz bir aydınlıkta pırıl pırıl yanardı.

 

Ormanların üstünde dev bir el dolaşır, ulu kestanelerin, çamların doruklarını hoyratça okşar, yüreğimizi ağzımıza getirmek için biraz bekler, ardından olanca gücüyle güneye bakan evimizin üstünde dehşetli bir rüzgâr olur patlardı. Ev zangır zangır titrer, ama yandaki sarender ödümüzü kopartan dehşetli çatırtılarla yerinden oynar, rüzgârın kollarında havalanacakmış gibi birkaç kez  yekinir, sonra büyük bir gürültüyle eski tahta ayaklarının üstüne çökerdi.

 

Koca çatıları söküp uçurtma gibi kollarına alıp götüren rüzgârın bir gün onu da alıp dağların, vadilerin, köylerin üstünden Polathane’ye kadar götürüp denize gömeceğini bilirdik, bilirdik ama bir şey de yapamazdık. Babam öldüğünden beri bu işlere bakacak, eli erecek kimsemiz yoktu. Ağabeyim yeni yeni meydana çıkmışsa da o kadarı henüz elinden gelmezdi.  

 

Güneyden esen,anamın KIBLE dediği rüzgar, çıkıp geldiği yerlerde belki sıcaktı ama burada, kar yüklü tepelerden kopardığı buz parçalarıyla  jilet gibi keskin bir kırbaca döner,  şaklardı eski evin  dolma duvarlarında. Yine de çatıdaki incecik hartamalar, aralarından sızan rüzgârın kükremelerine bana mısın demez, kıyamet gibi hışırdar dururdu yerinde. 

 

Gün geceye devrilirken, artık kılık değiştirmiş dışarılardan ürkmüş eve koşardık.

 

Öyle zamanlarda hiç olmadık kadar güven veren ve gençleşen eski evimiz, bel vermiş kapısından sızan gaz lambasının ışığıyla sanki anam gibi sıcak, onun gibi sevecen, kollarını açmış bizi bekleyen yıkılmaz bir kale gibi görünürdü.  

 

Hala öyle midir bilmiyorum, ama o zamanlar kış günleri oralarda hep birbirine benzeyen sıkıcı,yoksul günlerdi,

 

Bir tek gün; nereden, hangi arkaik gelenekten geldiğini bilmediğim, yılbaşı kabul edilen, ama bilinen takvime hiç uymayan  kalandar günü hariç.Hangi gelenekten gelirdi bilmem ama ÇOCUK DÜŞLERİMİN cehennemi KIŞında buzdan duvarları paramparça eden bir cennet gecesi gibiydi KALANDAR...

 

*

Bir akşam ağbeyimle eve koşturduğumuzda anamı, kazanın altında pilekide uyku veren tıkırtılarla yanan yer ateşinin başında küçük kız kardeşimle bizi beklerken bulmuştuk. Ateşin yalımlarında aydınlanan derin çizgilerle dolu yüzünde huzur veren bir gülümseme vardı. Gözlerini eksiğimiz gediğimiz var mı diye  tek tek üstümüzde dolaştırırken bir yandan da kazanı koca bir kepçeyle karıştırmayı sürdürüyordu.

 

Tavandan yer ocağının yandığı pilekiye sarkan iri zincirin ucundaki zifir zindan kara kazan, çoğu kez bu zemherinin yoksul günlerinde ya lahana ya pırasa ya da fasulye ve fırın lağusuyla dolu kaynardı.  Koku eğer açlığımızı artıran türdense yemeğe kuyruk yağından da bir parça atılmış olduğunu anlar, sevinirdik.

 

O gün başka kokuyordu… Ambarda özel günler için saklanan kurutulmuş mısırlar,  yazınki hoşluktan uzaktı, ama sakız kabağıyla pişince yine de hoş bir koku veriyordu.

 

“Ana bu akşam misafir mi var yoksa?” Gerçek sebebi  bilen bir sesle sormuştu ağabeyim .

 

Annem sağlam dişlerini gösterip şimdi bahar ormanlarına dönen gözlerine değin gülünce hepimiz dört yana bakınmış, her zamanki kara ışığın yerine tarabaya asılmış camı pırıl pırıl gaz lambasını, süpürülmüş toprak tabanlı yer evini, yıkanıp pencerenin boşluğuna yerleştirilmiş temiz kapları, yandaki ambarın üstüne süzgecin içine yığılı, topraktan çıkarılmış elmaları, ayvaları, fındıkları, hurmalarıyla bir yığın meyveyi görünce ve dışarıdaki karı, evi kökünden söküp götürmeye kararlı esip savuran karakışı düşününce anlamıştık.

 

“Calandar,” diye heyecanla bağırmıştı, benden küçük, her zaman “k” harfinin yerine “c” koyan küçük kardeşim Leyla...

 

Sonra telaşla odaya doğru koşarken beni ayartmaya kararlı  en şirin sesiyle seslenmişti.

 

“Torba atacağız değil mi abi? Sonra da annemin izin vermeyeceği akınla gelip ona da seslenmişti: ”Gideriz değil mi anne?”

 

Gitmem mi? Ne kadar da hoşuma giderdi, kalandar geceleri ev ev dolaşıp kapılardan torba atmak… İçine doldurulan yemişleri, şekerleri hazinemizi sayar gibi tek tek sayar, sonra da keyifle yerdik… Anneme bakmıştık yalvarır gözlerle…

 

O da başını sallamıştı.

 

“Eskiden caminin orda tiyatıro da yaparlardı, hakkı dayım karakoncolos olurdu, kadınlar olmazdı oyunlarda, kadınları da erkekler oynardı, ama seyre giderdik… Şimdi hepsi unutuldu…”

Kim bilir kaç kez dinlemiştik, eski kalandarları. Bayram gibiymiş kalandar o zaman. Büyükler de katılırmış kalandar eğlencelerine. Hatta çok eskiden buralarda oturan ama mübadelede Yunanistan’a gönderilmiş Rumlardan bile gelen olurmuş. İnsanlar yüzlerini soba, kazan kurumlarıyla, maniyayla siyaha boyar, türlü kılıklara girer, caminin orda toplanır, karakoncolos denilen hortlak kılığına girmiş olanlar diğer köylülerle sözde bir mücadele sergilermiş. Sonra da ellerinde torbalar maniler söyleyerek ev ev dolaşırlarmış…

Annem geçmişi, çocukluğunun o mutlu zamanlarını anlatmayı öyle severdi ki şimdi de  maniler dahil hepsini yineleyeceğine emindim, bu nedenle önden kestirdim…

“Hadi anne, çok geçe kalmayalım, kurt murt olur.”

Annemin bizim adımıza endişelerini bilmem işe yaradı. Anlatısını kesip kalkmış,  ağabeyime seslenmişti.

 

“Sen de git bunlarla, ne olur ne olmaz.”

 

Torba atmak çocuklara özgüydü, büyükler ayıplanırdı. Ağabeyim, sıkıntılı sıkıntılı gülmüş;

 

“Ben sizi kollamaya gelirim, ama gözükmem. Payımı isterim ama…”

“ Sen de yüzüne maniya sür ağbi,” demiştim, kazanın siyah kurumlarını gösterip.”Kimse tanımaz o zaman…”

“Off… Uğraşamam öyle şeylerle, yıka yıka çıkmıyor, siyah kurum sonra… Ben gelirim, görünmem…”

 

“Yaşasın,” diye sevinçle haykıran Leyla, eski bir şeker çuvalı torbasının kesik yarısını bulup gelmişti hemen. Şimdi kimlere gideceğimizin hesabını yapıyorduk.

 

Senenin bu zamanında herkeste verecek meyve şekerleme olmazdı. Hali vakti yerinde olanlara gitmek daha akıllıcaydı. Duyduğumuz sevinci hissettiği ve paylaştığı yüzündeki geniş gülümsemesinden belli annem;

“Topal’a gitmeyin, utandırırsınız adamı, nasıl gitsin pazara o ayakla?”

“Gitmeyiz,” dedim, annemin daha önceki tembihlerinden birkaçını daha anımsayarak.

“Rüstem amcaya da gitmeyiz, onun da karısı hasta...”

Kardeşim atılmıştı.

“Ama Züleyha yengeme uğrayalım, kocası Almanyalı…”

 Almanya’da çalışanların evleri bizlere göre zengindi. Hepimizi imrendiren yiyecekleri, giysileri olurdu.

 

Annemin kızgın bakışlarıyla karşılaşınca  hatırlamıştık ama geç kalmıştık. Yeni yılın başlangıcı sayılan gecede ve ertesi gün kimi insanların adını bile anmazdı, bırak evine gitmeyi, evine almayı… Züleyha yenge de onlardan biriydi.

 

“Anmayın o kaybananın adını, bu mübarek gecede… Hele uğramaya kalkın bak ne yaparım sizi… Onun kadar uğursuz bir karı görmedim ben… “

 

Kim bilir ne zaman bir kalandar sabahı Züleyha yenge bize uğramış, haftasına varmadan da anamın tek ineği can vermişti. Onun uğursuz ayağından derdi o gün bugündür.

 

Yine de çok uzatmadı. Yemeğimizi gülüşerek yedik. Annem torbamıza birkaç tane fındık bir iki ceviz de atıp bizi yolcu da etti.

 

Dışarı çıktığımızda ustura gibi kesen bir soğuk karşılamıştı bizi. Ne bulmuşsak kat kat giyinmişsek de  gene de üşüyorduk. Karın içinde yokuş çıkmak hayli zordu, biraz yürüyünce ısındık hemen.

 

Şimdi hafifleyen rüzgârın etkisiyle gökyüzünde tek bir bulut kalmamış, keskin bir maviliğin içinde koca bir tepsi gibi sallanan ay etrafı gündüz gibi aydınlatıyordu. Gözün alabildiğine her yer bir gümüş örtü altında parlıyordu.

 

Yaprakları hala dökülmeyen karayemişler, üzerlerine yığılı karla yolun kıyısında bir duvar gibi uzanıyordu. Bakımsız evimiz, yıkıldı yıkılacak sarender kendini bir giysi gibi kuşatan karın dolgunluğunda gösterişli ağa konaklarına dönmüştü.

 

İlk bize en yakın Bahriye teyzelerin evine gittik. Kalandar gecesi kapıyı açmamak, torbaya bir şey koymamak hem yoksulluk sayılır, hem de ayıplanırdı. Kocası Almanya’da çalışan Bahriye teyze belli ki kimseyi beklemiyordu, kapısı kapalıydı. Ama perdelerinin ardında ışık vardı.  

 

Evin avlusuna girmeden ağabeyim o gür sesiyle geldiğimizi duyuran bir mani tutturdu.

 

“kalandar gecesi devlet bacası

tasımı dolduran cennet hocası

doldurtmayan cehennem hocası

üstte erkeği altta dişisi”

 

Kapalı kapı aralandı, solgun bir ışık karların üstünden fındıklığa kılıç gibi uzandı. Ağabeyim yol kıyısında beklerken biz iki kardeş kapıya yanaştık. Usulca kapıyı aralayıp ucuna ipi bağladığımız torbayı içeri attık, ne var ki gücümüz yetmemiş, torba eşiğe düşmüştü. Bu kez yeniden alıp yerocağının başında oturan insanlara doğru savurmuştuk. Sonra da saklanıp beklemeye başlamıştık.

 

Bulunduğum yerden torbamızı ben yaşlarındaki kızının çektiğini görüyor, içini karıştırırken annesine bir şeyler dediğini de duyuyordum. Heyecanımız artmış koyacaklarını merak ediyorduk.

 

Neden sonra kız torbayı kapıya getirip bırakmıştı.

 

Çekerek aldığımız torbayı evden biraz uzaklaşınca açtık. İlk seferimiz başarılı geçmişti.  Kocaman bir Alman çikolatası vardı içinde.

 

Birkaç eve daha uğradık. Umduğumuzdan daha cömert davrandılar bize.  Fındık, ceviz, kestane ve kabak tatlılarıyla tıka basa doldu torbamız. Küçük ceplerimize sığdıramadığımızdan hemen hepsi torbada duruyor, öylece atıyorduk kapılardan. Kimse de torbadakilere dokunmuyor, gönlünden kopanı koyup kapının önüne bırakıyordu. Bir evden pişmiş tavuk butu bile koymuşlardı…

 

Evlerin arası uzaktı.

Karın içinde çok zorlanmadan bata çıka gidiyorduk ama ayaklarımız suyla dolmuş, üşümeye başlamıştık. Hele Leyla çok üşümüş, dönmek istiyordu. Biz de istiyorduk ama gözümüz doymuyordu. Aldıklarıma annemizle yeriz diye dokunmamış, hepsini torbada saklıyor, değişmeli taşıyorduk.

 

Dönüş yolunu daha düz diye değiştirdik. Çeşmenin başına geldiğimizde soluklanmak için duraladığımızda  akasyaların arasındaki Züleyha yengenin evinin ışığı görmüştük. Sanki şeytan dürttü bizi.

 

“Biz demezsek anam nerden bilecek,  bir de buna atalım torbayı sonra da gidelim,” diye hepimiz adına seslendirdi aklımızdan geçeni ağabeyim.

 

Artık titreyen Leyla eve dönüşe sevinmiş,

“Hemen atıp gidelim ama”... demişti.

 

Düzlüğün ortasındaki bakımlı evin saçaklarından boyum kadar buzlar sarkıyordu  yere, Zenginliğine karşın bende kasvet uyandıdı ev, annemi düşünüp vazgeçmeyi de kurdum bile, yine de bir şey demedim, yürüdük kapıya doğru.

Bu kez mani söyleyip gelişimizi duyurmamıza gerek yoktu. Evin kapısı aralıktı, süzülen ışık pencerenin önündeki kurumuş kasımpatıların üzerine düşüyordu. Ceplerimizden düşecekler diye yarısını yediğimiz çikolata dışında hepsini doldurduğumuz ağır torbayı aralık kapıdan içeri atmış, sonra da elimiz de ip duvarın ardına saklanmıştık. İçerde çocukların torbayı aldıklarını, kendi aralarında bir şeyler söyleyip gülüştüklerini duyuyorduk, ama onları göremiyorduk.  Üşümüş, sabırsız bekliyorduk. Ama torba bir türlü gelmiyordu.

 

Sonunda ipi çekmiştim yavaşça.  Ağır torbanın serbestçe geldiğini görünce çekmeyi sürdürmüş, kapının eşiğinde de uzanıp almıştım.

 

İyice dolu torba şimdi daha da ağırdı.

"Ben taşıyamayacağım ağbi," demiştim, " Sen al bunu. Ne koydularsa böyle…"

 

Sonunda eve ulaşmıştık.  Islanmış üşümüş, dişlerimiz birbirine çarpıyordu. Torbamızı gururla ateşin başına bırakmıştık. Üstümüzü değiştirmek için gidecektik ki ağbeyim,

 

“Tavuk bile koydular anne, dur vereyim sana…” diyerek uzandığı torbayı ters çevirip yere serdiği sofra bezinin üstüne devirmişti.

 

Gözlerimiz faltaşı gibi açılmıştı o an.

 

Torbadaki cevizler, fındıklar sır olmuş, onların yerine bezin üstüne   hala sıcak olan küller dökülüyordu.

*

ŞENOL YAZICI, OCAK 2015

*

 

İLGİLİYE:

 

* Peygamberin hicretini  baz alan Rumi takvimin aya ve güneşe göre iki biçimi var, biri  355 gün, diğeri 365 gün. Son dönem ikincisini kullandığımızı  ve bu takvimin Miladi takvime göre 13 gün geri olduğunu bilirsek kolay anlaşılır bu gelenek.  Yine de  İSLAMİ BİR TAKVİMDEN yılbaşı kutlaması nasıl çıkmış... Dahası içeriğindeki  dil, uygulama  ve yaşama geçirilişiyle bildiklerimizle ve önyargılarımızla ciddi  ayrılık gösterir KALANDAR.

 

BU İLAHİ ve KARMAŞIK GİBİ GÖRÜNEN TAKVİM mucizesinin yani yeni yıl kavramının tıpkı saat gibi dünya işlerini düzenle halletmek için bir insan tarafından icat edildiğini ve çok kolay biçimde , ama eksikleri  görüldüğünden yine bir insanın ağzından çıkan emirle değiştirilip düzenlendiğini görürsek  yeni yıl, YILBAŞI  algısı  değişebilir.  Bunun için de okumak gerek elbet... TAKVİMLERi tanımak isteyen için TIKLAYIN

 

*ANADOLU'nun çok yerinde, farklı etnik kökenler tarafından da  farklılıklar göstererek de olsa  olsa kutlandığına ve kullanılan dilin özel terminoloji ayrımına   bakılırsa RUM kökenle ilgisi çok zayıf gözüken,yörede PAGAN döneminden bu yana binlerce yıldır oturan bütün kavimlerin inanç ve kültüründen izler taşıyan KALANDAR, genel resmine bakılırsa çok tanrılı dönemin izlerini daha çok taşıyan,  zor geçen KIŞı anlamlandıran, özellikle çocukların dünyasında mutlu ve sihirli bir etki yapan,  yeni yılın ilk günü sayılan 13-14 Ocak gecesine ve yılın ilk günü sayılan 14 Ocak'a  verilen addır.

 

GENİŞ BİLGİ İÇİN : EKŞİ SÖZLÜK ve DİĞER İNTERNET SAYFALARINA BAKILABİLİR.

TRABZON MAÇKA'da yöre oyuncularının rol aldığı Türkiye -Macaristan ortak yapımı
TOKYO'da ve ANTALYA'da ödül alan bir film de çevrilmiş, KALANDAR SOĞUĞU adıyla...
KAYMAKAMIMIZ “KALANDAR SOĞUĞU” OYUNCULARINI AĞIRLADI   Kaymakamımız Deniz Pişkin ilçemiz Şimşirli Köyü’nde çekimlerinin yapıldığı Türkiye-Macaristan ortak yapımı olan "Kalandar Soğuğu" filmi oyuncularını ağırladı.  Kaymakamlık makamında sinema oyuncuları Haydar Şişman, Nuray Yeşilaraz ve yakınlarıyla bir araya gelen Kaymakamımız Deniz Pişkin, "Kalandar Soğuğu" sinema projesinin hikayesi ve filmin çekim süreci gibi konular hakkında oyuncularla sohbet etti.  28. Tokyo Filim Festivali’nde en iyi oyuncu ve en iyi film ödülü, 52. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde ise En İyi Erkek ve En İyi Kadın Oyuncu, Dr. Avni Tolunay Özel Ödülü ve En İyi Müzik Ödüllerine layık görülen filmin hem ilçemizde çekilmiş olması hem de başrol oyuncularının Maçkalı olmasından dolayı ziyadesiyle mutlu olduklarını belirten Kaymakamımız Deniz Pişkin, bu vesileyle ilçemizin tanıtımına sağladıkları katkı vesilesiyle oyunculara teşekkür plaketi hediye ederek başarılar diledi. Ziyaret sırasında Kaymakamımızla bi
Doğu Karadeniz'den( Trabzon'dan bir KALANDAR eğlencesi... (Resim:İnternet)

trabzon yöresinden bir kalandar ritüeii

bottom of page