top of page

Anita Ekberg

***

SÖYLEMENİZE GEREK YOK,  yüzüme vurmayın, elbet biliyorum, işim vefasız, ben sağduyusuz, eylemim umarsız… Romantik bir inat… Kim başarmış ki, her şeyin bir ömrü var… Hele cebe bir şey girmeyen hangi kutlu eylem bu ülkede uzun yaşamış, otur kitaplarını yaz...dersiniz. 

 

İyi de 11 kitap yazdım, 14 yılda 40 sayı dergi yaptım, bir o kadar da başka çorbalara tuz oldum, artık heyecanı yok, doydum... dersem... 

 

BİR YIL ÖNCE iflasına karar verdiğim 12 yıldır yaptığım dergiyi üç aydır  internette yaşatmak için bir proje geliştiriyorum. Öncekilerden hayır görmediğimden heveslilerden yeni, diri bir grup yaratmak istiyorum, dergiye omurga olur diye. Beklediğim hayır ne? Sadece kendi emeğine kendi sahip çıksın, büyük yazar havasına girip benden hizmet beklemesin. Açıktan diyorum, artık. Saklayacak değilim ya içimden dövmek geliyor bu görgüsüz edepsiz tipleri, yazar olsa ne olur, peygamber olsa ne olur?.. Allah'ın kazması , iki satır ideoloji, üç gram belden aşağı yazdı, devir de denk düştü, köylülüğü aştı sanıyor, köylülük ne, bey oldu, herkesi ona hizmetçi sanıyor. çıldırıyorum, sonra da dünyanın sinameki çayı koyup sakinleşmeye uğraşıyorum.

Malzemeyi yani insanı değiştirecek gücüm yok, edebiyat, sanat bu, dil değiştireceksin önce ki olsun, Osmanlıca gelirse olur mu, insan da değişir mi acaba, daha neler,  ama umut işte…

 

Gençler şiir yazarsa ütopyasını kuracak sanıyor, para da kazanacak ün de… Bir eli yağda bir eli bağda bir yaşam onu bekliyor sanıyor, iki yazısı bir dergide çıktı mı, tamam? Üçüncü de biçimlendiremediği ilkel egosu fışkırıyor,  artık o büyük şair,  hizmet beklemeye başlıyor. Biraz yol almış, bir şeyler yapmış isimleşmiş olanlarsa gerçeği görmemişse bile hissetmiş, acıklı bir girdapta bocalıyor, ya kuduz bir tetikçiye dönmüş, kafayı çekip önüne geleni ısırmaya çalışıyor ya da inanılmaz taktik ve siyasetle şiirle yapamadığını entrikayla komplolarla ya da çeteleşerek kotaracak.   Yazmak başka bir şey, kitabının, adının yayılması başka bir şey… Onu sermaye piyasası belirliyor. Kim satacak, kim kalacak?  Görmüyor musun be adam, kitap parayla basılıyor, parayla satılıyor, işin o yanı kutlu bir eylem değil. Sermaye sana yatırım yapar, ucundan tutarsa olur. Başlangıçta kaç tane Türkan Şoray, Fatma Girik, Filiz Akın… başlamıştı koşuya, sonuna kaçı kaldı, bir düşünsene? Kaçı Rüçhan Adlı’ya , Memduh Ün’e ya da Türker İnanoğlu’na denk geldi? Çoğu Beyoğlu’nun arka caddelerinde nefesi kokan çakaldan eşkıyaya meze oldu, figüran bile olamadan.  Sen de mahallenin önemli şairisin az mı? Bu da bir şey… Ne var yani, onu da bulamayanlar var, köpek öldüren şaraplarla mezarlıkta okuyanlar var... Bu işler yetenek kadar şans, kader, kısmet işi… Sermaye sen de bir şey görecek ve isteyecek, şansın da olacak…  unutmayacaksın…

 

Sonra gene yetmez. Çok çalışıp çok emek vereceksin. İyi de Yaşar Kemal 75 yıldır emek veriyor, bir türlü emekli de olamadı, ama  Nobel’i ardından gelen bir başkası aldı, unuttun mu? Yani yetmiyor.

 

Gel de anlat… Kaç yaşlı hastalıklı, sarhoş, artık dize, cümle yerine sayıklamalar, küfür, homurtu… yayanla bu sayfalardan kapıştık. Bir de ayakta duramazken, Kırkpınar pehlivanı gibi nara atarak gel de güreşelim, deyip dayılanmaları yok mu?

 

Kardeşim ya bu uzun bir yol de, ne kadar gidersem odur de, dergilere emek ver, okurunla buluşmaya çalış, kavmini yarat ya da gururunla emekli ol. Boşuna değil, sermaye baktı ki sen emekli olmayı beceremiyorsun, kendini de aşk âlemini de rezil ediyorsun, demiş ki;  devlet memurluğu iş sayılmaz, hormon da istemez, onda 62; ama aşk ciddi iştir, tohuma kaçana dokunur;  son yaşı kırktır, sonradan bulaşanı teneşir paklar.

 

Anlamıyor musun, paranın tuncu, insanın piçi devri şimdi. Koca şehirlerde bir şair bir yazar devri değil, her mahallede  bir şair, bir yazar devri artık… Çünkü siyaset de öyle istiyor, ahali de…

 

Hem güzel kardeşim, bilmez misin, duyguların da bir devri, bir demi vardır; kırktan sonra şair de olmaz, aşık da... Ancak komik olursun…Attila İlhan’a bakma sen, onun çevresi sanatçı, çevresi aşık, o bıraksa çevre bırakmaz, kare eksik kalır diye. Senin kimin var, nalbant amcan mı kitabını okuyacak, şiirini atlara fısıldayacak?

Yok yok yeniler lazım, yaşı kemale ermiş, yaşam gerçeğini doğru okumuş, kendini oldurmuş, beklentisini rasyonelleştirmiş, sanatın mutfağını bilen, ama alçakgönüllü, estetikle bahçeler düzenlemeyi, kanaviçeli peçeteler, çilekli turtalar yapmayı bilen ve orda dostlarına ikindi çayları vermekle mutlu olacak insanlar gerek. İmeceyi, paylaşmak ve kalabalık olmayı bilen gerek…

 

Başka bir deyişle sınırlarını öğrenmiş, günü gelince emekli olmayı beceren, o emekliliği de birikimlerinin zenginliğiyle “Saba Bahçesi” yapan arif ve de zarif insanlar gerek. Var mıdır?

 

 Anita Ekberg de öldü… Acaba aşk sağ mıdır?

 

Haberi veren genç sunucu yetmişlerden sonra unutulan artistin kederini yaşlanmasına bağlıyor. Yetmişli yıllar 1931 doğumlu Anita’nın kırklı yaşları. O artık aşk objesi olmaktan emekli.

Öyle ama durmuyor İsveçli Anita, Vikinglerin kanı var onda. Ben hala yaşıyorum diyor, siz ne derseniz deyin, hiç niyetim yok emekli olmaya, aşk da yaparım, film de deyip Ekberg 1987'de yani 56 yaşında Intervista filmiyle mükemmel bir dönüş yapıyor sinemaya. Ama bir artist olarak, aşk objesi değil, sermaye piyasası, olacak hali olmadığına karar vermiş demek ki. O konuda ebedi emekli. Elbette sanatçılığın seks kadar etkisi ve “beynelminelliği” yok, uzun sürmüyor film serüveni de...

Sonrası mezar taşlarının hatırına eskiye saygıyla otuz yıl daha yaşıyor ama küskün, kendini anlamayan vatanına, İsveç’e bile dönmüyor ve 15 Ocak’ta emekli olmaya yanaşmadan İtalya’da ayrılıyor aramızdan. Geriye hala hormonlara tavan yaptıracak kendi olmayan başka bir görüntü yığını bırakarak.

 

Eskilere sıcak bakmıyorum, yeni insanlar buluyorum, facebooktan paylaşımlarını gördüğüm, tutarlı düzgün insanlar. Takdirle izlediğim ben yaşlarda bir hanıma da öneriyorum, altının değerini sarraf bilir, bunları gel bir dergi ortamında paylaş, çekingen duruyor, hatta yanıtı akıllıca, haddim değil, diyor. Ne güzel, herkes şairken, bu alçakgönüllü hal…  daha da ilgimi çekiyor. Paylaşımlarımız artıyor, bir yerden katılacak diye umuyorum. Bana böyle sınırlarını bilen akıllı insanlar gerek… Teşvik etmeye çalışıyorum, kadın erkek her değerli saydığım üyeme gönderdiğim bir Pazar iletisiyle iyi tatiller diliyorum. Herhalde duygulanıyor ya da duygulanmaktan korkuyor. “ Arkadaşlığın değerli, ama duygusal bağ,” bizi yorar, diyor… Aslında bir art niyet yok, sadece değerli bulanmanın hazzı ve beliren kaygı… Basit bir sesli düşünme… Ama ben önemsiyorum sözü, düşünüyorum.

 

Sunucu da durmadan konuşuyor, Anita Ekberg’i öldürmüyor, takmış aşk idollüğünden emekli olmayı bilmeyişine sanki, anlatıp duruyor, gereksiz ağdalı, gereksiz  bağıran bir sesle, uzatıp duruyor.

 

Düşündükçe kötü, kötü de değil başka bir şey,  daha yıkıcı  gözüken bir şey hissediyorum.  Kırktan sonrası öyle bir yaş ki bir yanımıza gelen beklenmedik bir darbe zincirleme bir etkiyle bütün ruhumuzu altüst ediyor; horasanla tutturulmuş bir tuğla duvar gibiyiz, bir teki çekilince bütün duvar çöküyor.  Aslında beni zorlayan başka bir şey, tanıdık olmayan bir hal bu görmediğim bir ders gibi, oysa biz ne varsa görmüştük sorarsan: Biz artık aşktan da emekli miydik?

 

Hiç düşünmemiştim üzerinde, şimdi… Aşkın yaşı var mıydı? Ya da aşk ölür müydü? Sunucuya göre var, sanki o düşünmüş müdür, eline verilen metni okuyor. Yarın bir egemen güç çıkar da yirmi yaşlarında aşk mı olur, aşkın yaşı 40'la 60 arasıdır derse ve bunu filmiyle kitabıyla yaşama biçimiyle desteklerse gör sen... Düşünüyorum, bizim altın çağımız başlarken pazarın asıl tüketici gücü gençler dışardan bizi izleyerek olgunlaşmayı iple çekecek. 

 

Her şeyi, AŞK da dahil, kahvaltıyı, kadın erkek dansı, mini eteği, ithal ettik biz. Ne biliyorsak çağa dair, filmlerden, kitaplardan öğrendik, son yüzyılda… Cumhuriyetin verdiği işaret de buydu, çağdaş yaşam, örneği de batı. Ne var ki Batı kazanmak da istiyordu, alıcı da bizdik. O nedenle art niyetini filme kitaba mı koyacaktı?  Galiba filmlerde bu bölümü görmemiştik. Ama aklı olana sezdirilmişti, aşktan emeklilik yaşı bizim de kırktı. Sonrası ne yaparsan yap artık aşık olamazdın. Uluslararası sermaye her şeyin olduğu gibi bunun da kuralını koymuştu. Nasıl birini seveceksin, kaç yaşında seveceksin?.. Belli aslında, sen çırpın dur. Sinema toplumsal koşullandırma için  güçlü bir araç, 

 

Eskiden sinemaya gitmeyi ne çok severdim. Yalnızsam giderdim, sevgilim varsa giderdim, üzüntülüysem giderdim, sevinçliysem giderdim, yorgunsam giderdim. Bilet parasını denkleştirirsem her ruh halim sinemaya gitmek için özel bir atmosferdi. Şimdi Ankara’ya gittiğimde çoğunun yerinde yeller esen ama çok iyi anımsadığım 70’li yılların  sinemalarının hemen hepsinde bir  anım vardır. Şimdi yerlerine yapılmış hanları, apartmanları gördükçe o güzel arkadaşlarımın da bir devir dünyamın en önemlisi olarak var olduklarını, yaşadıklarını anımsıyor, bazılarının teninin kokusunu bile duyumsuyor, garipsiyorum.

 

Artık sinemaya da gitmiyorum.

 

Ona bakarsan ben artık iyi bir devrimci de değilim. Ruhum bozuldu…

 

Sonunda buna mı dönecekti?

 

Oysa kaç yıldır yağmayan kar da günlerce yağdı. Ama içim kararmış… Noel Baba da gelse geyikleriyle aldırmayacağım, öyle.

 

İnsan dediğimiz, bir devir Ankara sokaklarında çocuk başımıza bakmadan, kendimizi kurtaramazken kurtarmaya ve itibarını iade etmeye uğraştığımız o kutlu yaratık, gördüklerim ve öğrendiklerimden sonra bana artık o denli değerli gözükmüyor. Bir çocuklar, bir de yaşlılar, önem verilmesi gereken, saygı sevgi gösterilmesi gereken bir onlar, onlar zayıf ve savunmasız da o nedenle. yoksa ellerine güç ve fırsat geçtiğinde ne olacaklarını tanrı bilir. Ötekileri, kolayca seviyorum diyemiyorum, belki eylemlerine ve anlarına bakarak tek tek, bazılarını seçerek sevdiğim oluyor hepsi bu… Ki onda da bir ihtiyat payı bırakıyorum, az sonra sokacak zehirli bir akrebe dönebilir, dikkat et, diyorum kendime.

 

Artık kurtaracak ülkeler de yok, her şey ucuzladı.

 

Dergi bunalttı, belki ondan. Dergi bir ütopyaydı. Bizim kuşağın kitaba ve yazan çizene duyduğu moda ilgi saygı elbette bende de vardı, hem de fazlasıyla. Dergiyi başıma o yüzden sardım. Ne var ki yaptıkça tanıdıkça bu yazan çizenin ürettiğine bak, ama kendine selam bile verme yargısı da oluşacaktı kısa sürede. Hepsi mi öyle, daha neler, ama arif değil de arife dangalak böcekleri öyle çok ki, kıyamet… Yine de 12 yıl taşıdım dergiyi… Sonunda basılı maviADA’yı bir yıl önce kapatacağımızı duyurduk. Duyurmaz olaydık, ne çok seveni varmış. Yakınmalar sitemler… Yığınla şiir yazı geldi, sanki kapanmasını bekliyorlardı, ondan önce neredeydiniz diye bağırası geliyor insanın. Dergiyi yaşatacak insan, abone bulamıyorduk. Kapattığımız derginin yerine yazdığını ürettiğini sergileyecek bir alan yarattık bu kez yine bir yıl önce internette.  Herkes renkli mi renkli son teknoloji sayfalar yaparken bir arkadaşımızın üstlenip götürmeye çalıştığı sade site yeterince verimli olamadı. Sen gönderdiğin yazını sadece şov için eşe dosta gösterip, bak bana itibar ettiler, yazımı koydular, demekle yetinir, hiç ilgilenmezsen ne yapacak site? Kim düşünür? Herkeste bir şikâyet hali, yönetimi bırakmıştım, ilgim salt yazınsal anlamda olduğu halde gene beni buluyorlardı şikâyetçiler, sanki mavİADA benim kütüğüme kazınmış hayırsız evladımdı.

 

 Bu kez daha işlevli bir site yaparsak hem mutlu olurlar hem de daha verimli… diye düşündüm, arkadaşlara önerimi açtım, bana göre hayli çok kişi her türlü sorumluluğu almaya hazırdılar. Çok anlamadığım sayfa yapma işine böylece soyundum. Gerçi başladığımda ben dergi yapmayı koy bir yana, bilgisayar kullanmayı bile bilmezdim. Projem sorumluluk alacakların kendi sayfalarını yapacağı bir düzenek kurmaktı, öyle ya o kadar istekli varken ben uğraşacak değildim ya sayfayla tasarımla. Oysa basılı dergide de bana aynı vaatlerde bulunmuşlar ama iş her seferinde başıma kalmıştı. İnanmamam gerekliydi belki ama içim kandırılmak istiyordu demek… Gün geçtikçe beklentilerinin bir site, orda en şık ya da albenili kıyafetiyle görünmek, şiirini, öyküsünü yayınlamak olduğu, emek vermeye kimsenin niyeti, belki de becerisi olmadığı, hizmetin de benden beklendiği  görülecekti. Sözde beni peygamber yerine koyuyorlardı ama gerçekte ben insan saflığının en ilkeline yeniliyordum, sözde bir itibara hizmetçi oluyordum. Onların aynasında sadece gurur okşanacak, sonra da işe koşulacak bir şeydim. Herkes kendi aklı kadar görmez mi başkasını, onun görüşü de oydu  Zorluğu gören dergi âşıklarının çoğu, yayınlansın diye bıraktığı onlarca yazıyla  nedenli nedensiz ortadan kayboldu, öyle olduğunu sezdiklerimi de ben kovaladım. Ama başladığım işi yarım bırakamam, inadım inattı ve siteyi yapmak için geceli gündüzlü üç ay harcadım bitirdim. Sildiğim kovaladığım insanların gene de bir yararı olmuştu,  yerleştirilecek çok yazı, yanı çok işim yoktu en azından. 

 

İlk dergiyi yaptığımda da beni güdüleyen temel etken oydu: Bir dergi yenilere el vermeli, onları okurla karşılaştırmalıydı. maviADA’da bunu bir ölçüde yapmıştım. Nasılsa artık sayfa sıkıntımız yoktu, daha çok insana yer verebilirdik. O nedenle yazan çizen yeni insanlara yöneldik, niteliklileri seçip motive etmeye çalıştım, arkadaşlarım da kendi gruplarında aynı yolu izledi. İsim yapmıştan çok yeni başlayanlara emek verecektik, hatta önceki dergide yer almayanları daha çok önemseyecektik.  Facebooktaki sayfamızı şiirle dolduranların kimisine önerdim, en tatlı dilimle… Bazıları geldi, ama biz önerdik ya Nobel almış gibi geldiler… Daha şair yazar unvanları yoktu ama… o kibre o havaya birileri katlanabilir belki fakat on iki yıl bir dergiye emek veren ben değil. Galiba insan, kanmak istediğini kendisi seçmek istiyor, daha önce maviADA’da olduğu gibi kimi dergilerin kapısında kuyruğa giriyorlar, dişlerini bile kontrol ettiriyorlar, ama şimdi… Sen önerirsen altında bir bit yeniği arıyor. Yaşı kemale ermiş hanım teyzeler, şiirlerine gösterilen ilgiye sevindiler elbette ama benim onları da ayartıp internet nikâhıyla eş yapmaya niyetli olduğumu ima eden çok teyze, torun topalak sahibi abla, ağbey ,dayı da çıktı. Bana sadece ima ettiler,  aynı görevi üstlenen bayan arkadaşlar daha şanslıydı(!),kısa süreli beraberlikten, evliliğe kadar teklifin her türlüsünü gördüler.

 

Manyak dolu bu dünya…

 

Yok yok, kim demişse doğru demiş. Facebooka acilinden bir imam gerek… Bir de birkaç psikolog… Haydar Dümen ağabeyimizden söz etmiyorum, o olmazsa zaten bu toplum ayakta duramazdı.

 

Uffff… Facebook da sıktı artık. Bir zamanlar, Ruslar ilk geldiklerinde Trabzon Çömlekçi’ye yolum düşmüştü. Dünya güzeli, hepsi eğitimli Slav kızları, incik boncuk satmaya gelirlerdi yeni açılan kapıdan. Komünizmi dünyanın baş belası alternatif dini olmaktan çıkarmış ama yerine ne koyacaklarını bilmedikleri dönem, Rusya bozgun halindeydi ve açlıktan ölmemek için her şeye hazırdılar. Oraya doluşan kasabından, doktoruna, memurundan, bakkalına önce tüm Karadeniz, sonra tüm Türkiye erkeği o kadınlara dünyanın en eski mesleğini çabuk anımsatacak, bavul ticareti yerini daha kestirme bir ticarete bırakacaktı. Her biri birer odun yarması, elinde tesbih ağzında küfür, belinde yapma tabancası hemşerilerim, bakkalında önlüğünü atıp  evinden esirgediği  pazar paralarını Nataşalar'a sunacaktı. O yarmalar ve doktor, avukat…, sülün gibi Slav kızlar, tam ağlanacak bir manzara... otel motellerin seçkin müşterileri olacaktı çok zaman. Facebookta şimdi öyle…  Bakkalından, kasabına. memuruna herkesin en afilisinden bir resmiyle çalıntı özenti birkaç cümleyle, çakma bir kimlik ve özgeçmişle arzı endam eylediği bu piyasa herhalde tapon malların etrafa saçıldığı bir halk pazarıydı artık. Derhal ayrılmalı… Kazaen bir daha evlenemem, Allah göstermesin…

Yaparken, dersini alamadın mı, senin işin yok muydu, otur yazılarını yaz, diyordum kendime ama bırakamadım bir türlü…

Sonunda bitti… Kar da… Pastırma yazı değilse bile bir güneş dolanıp duruyor tepemizde, buz gibi hava fırsat verse çık gez diyecek.  Yazacak hava değil, bu hava… Canım uzun yollara gitmeyi de çekmiyor… Eskiden sinemaya giderdim. Gene gitmeyi düşündüm, aranırken gördüm.

 

Dolce Vita’nın “Buzdan Venüs’”ü o gösterişli sarışın,  güçlü kuvvetli ama her şeysi yerli yerinde muazzam orantılı ölçüleri olan bu çocuk yüzlü kadın, hem çekici hem etkileyici, hem güzel, olağanüstü göğüsleri, kalın güçlü bacakları olan Anita Ekberg ölmüştü.

 

Biz geçe kalmıştık. Öyle çok filmi yoktu. Siyah beyaz resimleri asılırdı Trabzon’un en güzel sineması Konak’ın duvarlarında. Pahalıydı konak. Öğrenci keseme daha çok uyan, gösterime yeni girenlerden daha çok eski filmleri ucuza gösteren bir yerde izleyince şaşırmıştım. Yeni yeni başka türlü görmeye başladığım, çok ilgimi çeken öyle de çok merak ettiğim çevremdeki kızların hiçbirine benzemiyordu bu. Bizim kızlarımız onun yanında sanki sıtmalı, hastalıklı, cılız ya da orantısız beslenmiş, acemice taklit bir üretim gibi görünüyordu. O ise izleyene hormon pompalayan sanki yapay bir şeydi. Ergen gençliğimin bütün enerjisiyle âşık olmuştum bu muhteşem dişiye...

 

Sonunda efsaneyi ben de keşfetmiş, yaşadığım şiddetli fırtınayı özendiğim aşk sayıyordum. 

 

Ne var ki kısa süre sonra Love Story’de tahta göğüslü, kara kuru, düz saçlı Ali Mac Graw’a salya sümük, gerçekten filmdeki acıklı ölümüne ağlayarak, inanılmaz bir duygu bağıyla bağlandığımı fark ettiğimde yaşamımın en büyük içsel çatışmasına  girecektim. Bu hal ondan sonraki yaşamımın olağanı olacak, hemen bütün aşklarımda bu iki figür yanyana, uzun süre yükseklerdeki “Mehlika Sultan” gibi duracak, birini tercihte hep zorlanacak, birini bulduğumda ötekini deli gibi özleyecektim. Bir ara o devir Karadeniz’de çok yaygın olduğu üzere iki tiple de evimi ve geleceğimi süslemeyi bile düşündüğümü anımsamak şimdi beni ne güldürüyor.

 

Bu Anita Ekberg travmasını ancak üniversite yıllarında, ortasına düştüğüm devrimci isyanın yol arkadaşlığında biraz kıracaktım, artık benim seçimim ruhu olan kadın, konuşabildiğim, benimle birlikte ortak düşmana karşı dövüşecek kızlar üzerineydi. Ötekinde beyin bile az gelişmiştir… diye düşünüyor, bütün sarışın, sağlıklı ve gürbüz kadınların günahını alıyor, niyeyse elini tutmak, dans etmek olarak gördüğüm, öpüşmeyi bile ırz düşmanlığının ilk tohumu saydığım Ali Mac Graw modeli sevgililerimle itişe kakışa güya aşk denemeleri yapıyordum, çoğu yazma yanımın ilk dersleri olan mektuplarla.  Sabahtan akşama değin kollarımıza kramp girecek dende hiç bırakmadan el ele dolaşırken ya da Kızılay’dan Çankaya’ya tüm pastanelerde tabure doruğunda kukumav kuşu gibi birbirine sabitlenmiş ama nasıl keyifle ama nasıl içlene içlene bakarken,  arada bir beynime baltayla saldıran Vandal benzeri Anita Ekberg’i lanetli bir düşünce, utanılacak kirli bir şeymiş gibi kovalamaya ne çok uğraşmıştım.

 

Çok zaman alacaktı, bu sarsıntı ya da ikilem insan olmanın doğal bir gereğidir,diye anlamam: Anita değil de “Vasfiye Abla” da olabilirdi hormonsal idolün. Ama olmalıydı

 

Sonraki yıllarda kadın imajımda çok etkili olacaktı Anita Ekberg.  Sinema dünyası ise salt benim değil dünyanın gösterdiği ilgiyi iyi okumuş ardı ardına benzerlerini piyasaya sunmuştu. Raquel Welc, Birigitte Bardot, Sophia Loren, Ursula Andress gibi… hepsi birbirinden güzel ve çekici, ortak paydaları çok güçlü, sağlıklı bir kadın bedeni ve ameliyatla estetiğin henüz anılmadığı o dönemde bütün dünyanın emzikli çocuklarının önünde aşkla sıraya gireceği dende görkemli  göğüsleri olan, aralık, etli mürdüm eriği dudaklarından biçimli dişleri gözüken, çocuksu yüz hatlarıyla masum, ama çok seksi bir vücutla alabildiğine kışkırtıcı onca kadının sinemaya girmesinde etken bir akım başlatan ama hiçbirinin yetişemediği Anita Ekberg de artık yok…

 

ALAİN DELON’U orta boy sakallı bir teyzeye dönmüşken de gördüm, aralarından en çok  beğendiğim yerlilerden Cüneyt Arkın’ı şimdi görünce sanki kendi geleceğimi bir kâbusta görmüşüm gibi ağlayasım geliyor. Yılmaz Güney’in bozulmadan erken ölümünü onun adına büyük şans görüyorum. Hala dimdik duran sanki batoks yaptırmış gibi yaşlanmayan Kadir İnanır’a ise niyeyse  felaket  içerliyorum. Arada bir desteklenip gençleşmiş halle,  arada bir de olduğu gibi gördüğüm ötekilere ise sadece gülüyorum: Hani bir aşka adayım diyor bir de emekli halleri var ya, ona ... 

 

Dün gibi gözüken 12 yıl önce başladığımda imece bir dergi, kültür sanatın tapınağıydı, sınandığın boy gösterdiğin, yazarlığın şairliğin bir tür kutsandığı… Şimdi çağ dışı, arkaik bir dönemden kalma bir cebelleşme… İnternet dergiciliği kıyamet gibi… Kim abone olup para verip de dergi alır ki? Hele doğuştan kendini şair ül azam sayanlardan… Onun şiirini koyacaksın, ardından çiçek sepetiyle dergisini götürüp teşekkür edeceksin… Hadi canım...

 

Dün dünyanın yaşayan en büyük yazarlarından Cengiz Aytmatov’u bir yığın Kırgız, Rus yazarla maviADA’da konuk etmiştim, daha sağdı.  Şimdi esamisi okunmayan bir masala döndü, kaç yıl geçti ki? Yedi yıl… Aman tanrım, ben o zaman gencecik bir şeydim,  tam yedi yıl geçmiş bile, dile kolay…

 

Orson Wels’in “ ı know what it is to be young,” en sevdiğim şarkım yirmi yaşımda. Kırık İngilizcemizle tercüme ettiğimiz herkesin en güzel şarkısı, sanki yaşlılığı bilirmişiz gibi… Şimdiyse bir bizim söylediğimiz olmuş… Dün ölsen kimsenin genç demeyeceği, herkesin uzun yaşamış dediği ellili yaşlarda gençliğini, gençliğini de denmez, aklında kalanı taklit edenlerin şarkısı… Rodrigo’da öyle, Deniz Gezmiş’in son isteğiydi diyerek tanıyıp türkülerimizin ve uydurma aranjmanların yanına sıkıştırdığımız… Ama oturmayan uzun süre sadece entel bir konuk kalan o güzelim müzik nasıl şimdi vazgeçilmezimiz olmuş, türküler bu kez yabancılaşmış, anlayamıyorum.  Daha da anlamadığım neden herkes Rodrigo’yu, Vivaldi’nin Dört Mevsimi’ni ıslıkla çalamıyor, Rasputin’i, Beyonce’yi, Paris Hilton’u, Lady Gaga’yı hatta Hadise’yi yeğliyor. Hadise’yi, Beyonce’yi gene anlıyorum, Anita Ekberg’in bir esintisi var üstlerinde, o hal her daim geçer akçe,  evrensel bir karizmaymış demek ki,  ama ötekiler neci?

 

Daha görmediğimiz var mı, yaşlanmak buysa hiç güzel değil… Neyimiz varsa terk ediyor bizi, kitaplarımız, yazarlarımız, şarkılarımız, idollerimiz, kahramanlarımız, alıştığımız siyaset ve söylemler… Bildiklerimiz uzaklaşıyor, dünya tümüyle yabancılaşıyor; kendi ülkemizde sürgüne dönüyoruz.

 

Uffff… Gördüklerim hissettiklerim hiç hoşuma gitmiyor.

 

İlahi facebook arkadaşım,  aklıma gelenleri samimiyetle seslendirince sana biçilen rolün küçük kendiminkininse  büyük gözüktüğünü söyleyip bir de küsüyorsun. Sevincimden şaşkınlığımı görmüyorsun. Aşk bu, bu yaşta söze dökerken alıştırmalı, birden denilecek söz mü? Zemheri de hıyar yer misin ihtiyar gibi? Şaşırtır, tersinden daldırırsın suya böyle… Bilmem bile diyemem, dibini bulamadan biliyormuş gibi söz üretirim. Soramam da Aşk Emekli Olmadı mı Hala? Hem anlamazsın hem de anlatmama olanak vermezsin... Ama bu bak kaygıyı bitirir, aynı dili konuşmayandan, birbirini anlamayandan âşık olmaz. Ancak hormonsal bir şey olur ki, bu yaşta o da olmaz...

 

Çoktandır o bizi,  biz onu unuttuk,  yaşıyorsa bile acaba aşk bildiğimiz eski aşk mı? 

 

Denesek mi, kaygılarımızı aşıp? Belki bir daha hiç şansımız olmaz... Moda değişti diyelim, deneme izni verildi, iyi de kiminle?.. Yerçekimi tersine dönmezse eğer o “dam”ı ya da o "adam"ı nerden bulacağız, hala hormon üreten?.. Aşk tek başına yapılamayan değil miydi? 

Yorulmak bir şey değil de korkum ya aşk ölmüşse?

 

İyisi mi riske girmemeli, biz müzik yapalım ya da kitap yazalım.

 

Aslında görmediğimiz ne biliyor musun, on dakikalık bir eylem aşkı bina ediyorsa, bir evliliği otuz yıl, kırk yıl sürdürmek nasıl mümkün olur, insan eti onca ağırken?

 

Boş ver bunları, tüketim tekellerinin oyunu hepsi… Gel keyifli bir çay demle. En güzelini giysinin, hani gözlerine de uyan çağla yeşilini giyin, makyajını yap, oturup yarını konuşalım, elverirse sağlığımız iki kadeh de parlatalım ve bu gece çılgınca bir şey yapalım,  yarın için  acilden randevu almayı unutmadan,  balkonda uyuyalım. 

AŞK  en  çok paylaşmak değil miydi?

AŞK  En  Çok Paylaşmak Değil miydi?

Şenol Yazıcı

Anita Ekberg de öldü…

 

Kendinden sonra gelen birçok sanatçı ya da sıradan kadının görünümünü belirleyecek dende karizmatik, salt bir devrin değil, günümüze değin süren yansımaları olan bir  aşk objesi olmuş efsane sinema yıldızı  15 Ocak'ta İtalya'da aramızdan ayrıldı.

 

Acaba şimdi aşk sağ mıdır?

Benim ki bitti de...

ANİTA EKBERG

ALİ MACGRAW

bottom of page