top of page

 

Şenol YAZICI

 

sen_yaz@hotmail.com

 

HÜZNE

AZ ARA

VER

 

"Nazım Hikmet'in doğum günü anısına"

 

Yüksekte Uludağ dönüyor, dışarıda Bursa.

Sevgili, çok uzaklardan bir esintiyle gelir, gelir de yüreğinde en sivri dikenleriyle büyüyen bir dağ gülü olur açar. Bu erkek damında en çok sevgililer büyür, bir de analar... bir de ışık.

 

Onca zaman karanlıktan  sonra gün ışığı, gözlerine saplanan kan oluklu bir bıçak… Korktuğu buydu; uzun açlıklardan sonra, ışık ve sevgiyle ilk karşılaşma… Dev gövdesiyle kapının eşiğinde gökyüzüne uzamaya kararlı dikiliyor. Kimbilir, ne zamandır kullanılmayan ayaklar beceremiyor.

 

“...Bana yapmaya çalıştıklarını biliyorum..,” diyecekti mektubunda. ”...Ruhumu yıkmak istiyorlar.”

 

Bir duvar dibine çöküyor. Yükseklerde dağ, boz tüylü bir alıcı kuş, dönüyor.

 

Zor olan, uzun açlıklardan sonra sevgi ve ışıkla ilk karşılaşmaydı. Sevgiye çok var henüz, ‘Birtane’si çok uzaklarda, ama ışık; ışık bentleri yıkan su olmuş yüreğine doluyor. Beden ilk aydınlığı yudumlarken acı duyuyor. Çorak toprakların emdiği suyla yumuşayıp kabarması gibi usul usul uyanıyor ruh. İlk dize, patlayan ilk kardelen; buzu ve karı yarıp çıkan, zulmü ve zemheriyi yenen kardelen:

 

“ Bir tanem!

Başım sızlıyor,

yüreğim sersem!

 diyorsun...”

 

diye yüreğiyle konuşuyor.

 

Çok derinlerden, toprağın ve ruhun en derinlerinden bükülmez, durdurulamaz bir güç, bir tanrısal kanat yüzeye çıkmak için çırpınıyor. Yaklaştıkça tüm dünya, bir mevlevi dervişi kesiliyor güneşin etrafında.

 

Dağlardan, Kirazlıyayla’dan kar kokusu geliyor. Reçine yüklü rüzgar, sevdaya çağıran çiçeklerin kokusuyla yüklü, ‘tut ellerimi, başım dönüyor,’ diyor. Aydınlıktan güzel gözleri yanıyor.  Yaşam güneşin ellerinde bir altın sıvı, uyuşmuş kireçlenmeye dönmüş bedenine bozkırın aç toprağına akan su gibi akıyor. Işık, bin yılın acılarıyla donanmış solgun yüzünden gerçek bir antik devir tanrısı yaratmaya kararlı; tanrının verdiğini, insanın aldığını geri getirmeye çalışıyor.

 

Endişeye hiç gerek yok. Çok gitmez en güzel şiirlerini yazacaktır. Çok gitmez dünya güzeli olacaktır, çünkü bahar geliyor. Çünkü yürek yenilmez ve en çabuk aslını tanıyan odur.

 

*

 

Ne kadar güzellik varsa, eskimişe, çürümüşe, yozlaşmışa tavır geri dönüyor. İlk çiğdemin patladığı kar yüklü tepelerden, suyun çekildiği dere yataklarından, kır kuşunun yuvalandığı sazlıktan güzellik ve erdem ağıyor. Kuşkusuz eskimişliğimiz var. Kuşkusuz uzun süren kışın, ruhumuzu kireçlendirmesi kaçınılmazdı.

Kuşkusuz çok yenildik.

 

Güneşe çıkalım mı, haydi bahara? Bir gülün dibine oturup güzeli ve kusursuzu solusak diyorum. Bırakalım mı ülkeler kurtarmayı bir an için? Kendi bahçemde dal olmayı öğrenmek istiyorum önce...geçe mi kaldım?

 

Kim bilir ne zamandır, deli gibi sevdiğimiz, yirmi tırnak asıldığımız yaşamın pürüzlü yanlarını, acı veren kanatan yanlarını unutmak ve gülümsemek istiyoruz. Hep bir şeyler eksik, hep bir şeyler küçük olmadı mı? Hep bir şeyler haksızlığa uğramış değil miydi, doğanın kendisinde bile?  Ve kimi zaman yenilmek, bilcümle yaratığın yazgısı değil midir? Kimi ağaçlar uzun, kimileri kısa, kimi balıklar büyük, kimileri küçük...ve büyük, küçüğü hep yemiş, biliyorum da;

‘Sen balık değilsin ki, Ahmet’, diyor Oktay Rıfat.

*

 

 

İnsan yasalar yapmış, doğanın eşitsizliğine karşı. Aristo düşünmüş, Thomaslar Ütopyalar üretmiş; büyük balık, küçüğü yemesin diye uğraşmış. Kısa çöpün uzun çöpten hakkını aldığı bir dünya kurmak için çırpınmış. Çırpınmış da ne kadar gerçekleşmiş bu ülkü? O ayrı. Ne var ki, bundan dört yüz yıl önce Avrupa’nın tüm köylüsü köleydi. Bir gecede on binler yok edilmişti, şimdinin uygar Avrupa’sında, din adına. Her şey bir senin başına gelmemiş. Dünyanın en kötü durumda olanı değilsin. Dünün baharı hiç yoktu. Şimdi alınan yola bak. Evrim saati senin ömrüne göre çok yavaş çalışıyor, ama çalışıyor. Yarın daha güzel olacak kesin. Belki de şimdi bir fırsat var.

 

Bahar geri geliyor, güzellikte. Hadi evlerimizi havalandıralım. Yüreğimizi de. Yüreğimizden hüznü ve kahrı süpürelim. Yanlışsa yanlış, bizimdi. Öyleydi diye sonsuza değin savunacak mıyız? Bunca taşıdık, yetmez mi? Silip atalım. Yerine koyacak hiç mi doğrumuz yok ? Kahrın boş çivisine asacak güzelliğimiz kalmadı mı?

Az ara ver hüzne, ara ver öksüz bayram çocukları söylencelerine. Bana türküler söyle, bilmezsin gülmeye nasıl hasretim.

 

Ben, ‘Şarkı söylemek istiyorum.’

*

 

bottom of page