Yazar ve Ütopya
Şenol YAZICI
Evreni yaşanılır kılan ya da onu bir cehenneme çeviren egemen yaratık sözünü ettiğimiz, yani İNSAN. İnsan, tarihi yaratan, yazan… Hem alçak, hem en soylu; hem kahraman, hem hain; hem Lükres Borjuva, hem Kraliçe Viktorya… Onda her şey, insanlığın tüm halleri var, der Montaigne; her insan, tüm özellikleri üstünde taşır. Onu her yönüyle ele almak, hem olanaksız, hem de gereksiz bir emek. Neye inanırsanız inanın, ister Darvin’e, ister yaratılış söylencesine, yaşayan türlerin içinde insan sezme, düşünme, anlatma ve yaratma yeteneğiyle en karmaşığı, ama en görkemlisi de.
Bir milyon yıllık tarih, on bin yılık uygarlık, kırk bin yıllık Home Sapiens insan… Bu heybetine karşın denilebilir ki kelebekler de dahil türlerin en zayıfıdır da… Ortalama yetmiş yıllık ömrünün kesintisiz otuz yılını muhtaç yaşar. İlk yirmi yıl yaşama hazırlanır, son on yıl ölüme, arada yıkımlarla düşkün geçen zamanı da eklersek, yetmişlik bir ömürde hırpalanmamış elde ne kalırsa o, işte güçlü insan. Olgun İnsanı Tanrının yansıması sayan Tasavvuf düşüncesi bir yerde eksikti, insanda tanrısal güç yoktu. Ama kullanmayı bir başarabilse var olanlar, sınır tanımaz bir büyüklüğe ulaşabilecek güçlerin çekirdekleri...
O hem cennet, hem cehennemdir.
Onda zorla öğrendiği, ama iyi benimseyip uğruna dövüştüğü onursal değerler; sevgi dostluk, hümanizma, dürüstlük ve erdem vardır; onda hayvan yanından emanet, ama hala çok güçlü yarar, çıkar, kuşku, haset var; onda eğitimle kazanılmış değerler, yurtseverlik, sorumluluk var. Bu değerlerin çoğu birbiriyle kıyasıya çatışır da. Hep kendini düşünmesi sağ kalma düşüncesinin içgüdüsel sonucuyken, yiyeceğini başkasıyla paylaşırken öğrenen ve uygardır. İnsanda bir başka yetenek daha var: Empati. Kendine başkasının gözüyle bakabilme, kendini başkasının yerine koyabilme gücü. Bu bir insanın her insan olabilmesi ya da tüm insanlığı temsil etmesi değil midir?
İnsan, aynı zamanda yaşadığı ortamla ve çevresindeki her şeyle, canlı cansız bakmadan yoğun ilişkiler kuran, anlayan, hisseden, müdahale eden ve onu açıklamaya çalışan bir canlı. Öte yandan başkalarıyla zorunlu ilişkiler kuran sevecen bir yaratık… Benzer yaratıklar gibi değil o, hep varolanı kullanmıyor, olmayanı yaratıyor da, sürekli düzenden geçinen değil, düzene katkıda bulunan da o.
İnsan, tüm bunları anda ve süreçte yaparken başta kendiyle, sonra çevresiyle çatışır, savaşır. Aynı yanılgılardan ve yenilgilerden bıktığından kendine ders alacağı bir tarih yaratır. Başlangıçta tek derdi, kendini ve soyunu yeni benzer felaketlerden korumakken, zaman içinde bu alışkanlık onu yaşamı irdelemeye, anlamaya ve açıklamaya götürecektir. Bütün bu kazanıma kültür denir.
Bu kültürün en önemli işçisi yazardır. Bu bakış açısı Marksist bir bakış açısıdır. Yazar toplumun malı olan dili kullanır, o zaman topluma borçludur. Bu doğru gibi gözükse de, bu yazarın talebiyle alınmış bir borç değildir, o herkesin sahip olduğu değerler üzerine kendi yeteneklerini ve çalışmasını ekleyerek büyük olur, sadece dil sahibi olduğu için değil. Düzenin ekonomik ve sosyal yönden bir geleneğe oturtulamadığı ülkelerde yoksul, ezilen insanın temel kaygısıdır siyaset, çünkü ekmeği dahil her şeyi onun elindedir. Siyasetçi de bunu bildiğinden geniş kileleri amaçları uğruna kullanmak için hakça gözüken, estetikle sıvanmış sözler kullanır. Tabi ki söz ustası yazarı bu anlamda kullanmak çok daha pratik sonuç verir gibi gözükmektedir. İdeolojinin söyledikleri doğru da olabilir, ne var ki tarih içinde görülmüştür ki, çok hakça gözüken birçok söylem, zaman içinde insanının da, tüm dünyanın da zararına olabilmiştir. Kaldı ki sanatın kitleleri yönetmek ya da insanlara ekmek kazandırmak gibi bir misyonu hiç olmamıştır. Onun mirengi noktası insandır, bütün öğretilere, insanı esir alan her şeye karşıdır. Yazarlık onuru, sınıfsız bir noktadaki yazara azınlığın diktasını tescil etmesine yardıma izin vermez, o sadece sorgular ve akıl yürütmeyle doğrunun anahtarını dağıtır, tabi biliyorsa. Zaten bilen yazardır, diğerleri hevesli… Korku ve kaygıdan içe kapanan, cephe gerisine çekilen insanın, önce moral değerlere ihtiyacı vardır, bu da her sistemde ve siyasette ortak olarak insanidir, öğretisel değil. Egemen güçlerin kavgası, yazarın vicdanında olamaz. Unutmalı ki, Fransız Devriminin, Komünizmin olduğu gibi Faşizmin de doktriner ya da sanatsal yazarları vardır. Ama onları büyük ya da anılır yapan siyasete verdikleri alkış değil, ürettikleri yapıtlardır. Çünkü sanatsal yazı, gündelik siyasetin tamamen dışında bir yerdedir.
Şurada birleşmek lazım, yazar, sık duyduğumuz sanat sanat içindir vari söylemlerle yapamadığını, yapmadığını yani başka insanlara duyarsızlığı örtemez, onun birinci derecede sorumluluğu insandır. Eğer savunmasıyla, işini estetikle yapmayı kastediyorsa tabi ki haklıdır, sanatçı yarar uğruna sanatın doğasını bozamaz, tıpkı insanı terk edemeyeceği gibi, ederse onun adı sanat olmaz. Biliyoruz ki, bu söylemin bizde ortaya çıktığı zamanlarda şiddetli bir yönetim baskısı vardır, yazarlar bu söylemle ruhsal avunmalarını sağlamaktadırlar ama mutlu değildirler. Çünkü onu ortaya çıkaran itici gücü, yani insanı, sanatın dışında tutmak zorunda kalmıştır, bu nedenle estetik kaygıyı öne çıkarmış, başarmıştır da, ki sanat insan demektir. Namık Kemallerin kuru didaktik, amaç uğruna aslı yok eden, sanatçıdan çok siyasetçi tavrına içi dolmayan, ama estetik ve aslına çok benzeyen ürünler ortaya koymuştur Halit Ziyalar, Serveti Fununcular. Yine de onların da içinde en öne geçen, sanatını insanın emrine veren Tevfik Fikret olmuştur, çünkü mazlumun yardıma ihtiyacı vardır ve elvereni yüceltir, ne var ki kişisel çıkar hesaplarıyla yapanı değil.
Yazar, kuşkusuz insandan yana, ama kökten muhalif, bireyi sınırlayan, tektipleştiren ideolojiyi yadsıyan, yeni bir ütopya yaratandır. Ben, gerçek yazarın, hangisi olursa olsun, bir kavmin, bir ideolojinin, bir doğmanın ya da bir azınlık ahlakının kulu olabileceğine karşı çıkıyorum. Yazar, varolandan duyulan memnuniyetsizliğin ürünüdür, sistemin alkışçısı değil. O halde kimi öğretileri sorgulamadan alkışlayıp ona askerlik yapan bir giysi, evreni kucaklaması gereken, herkesin peygamberi olan yazara ne kadar uyacaktır. Remarquen'in Faşizmi, Soljenistinin komünizmi, Jack Landon'un kapitalizmi ve oligarşiyi alkışladığını düşünün. Onlar karşı çıktıkları için vardır, birine karşı çıkıp başka bir öğretinin partizan savunuculuğuna soyunmuş olsalardı, Peyami Sefa'nın son dönemine döner, şimdi ancak devlet gücüyle adları anılır olurlardı, tabi yöneten iktidar onların anlayışındaysa. O zaman ne kalır geriye, geriye en azı değil, en önemlisi kalır. Yazar varolanın alkışçısı değil, insanlığa çözümler öneren ütopyalar yaratandır. Ütopyası, çapı kadar, yani olayların satır aralarını görme, toplum ve insan sosyolojisini, psikolojini hissetmedeki isabeti ve başkalarına aktarma, inandırma yeteneği kadar evrenselleşecektir.
Yazar, gerçekte bir sınıfı olmayan, aitliği reddeden bağımsız, nazenin ve kırılgan, ama kurulu evrensel düzene karşıysalar tek başlarına inanılmaz tehlikeli, bildikleri ve sunduklarıyla insanla yönetim erki arasındaki bir yerde, ama insandan yana bir aristokrat, ama yatırımsal gücü olmayan bir aristokrattır. O zaman o aristokrat ruhuyla, en doğrusu bile olsa tüm öğretilere mesafeli duracaktır.
Yazar E. ZOLA’dır, Tolstoy’dur… Yazar Orhan Kemal’dir, yazar Kemal Tahir’dir… ya da onlar gibilerdir. Diğerleri? Bir partinin, bir azınlık ideolojisinin gür sesli anlatıcıları mı kastettiğiniz? Onlar kimseler, herhalde birilerinin iplerini çektiği ideoloji askerleri, gerçekte ezberini bir türlü bozamayan medrese talebeleridir…
Marksist bakış açısıyla baktığımızda toplumsal malzemeyi; dini, mitleri, imgeleri araç olarak kullanır yazar. O zaman yazarın, aracını gerecini kullandığı topluma karşı borcu vardır, diye düşünmek tabi ki doğal. Oysa kimileri yazarın kendinden başka bir amacı ve aracı yoktur der. Doğru olan payda buysa da, diğeri de varolan her şeye insana özgü bir yarar yüklemek isteyen materyalist felsefenin penceresinden kuşkusuz akılcıdır.
Peki yazarın gücü, erki nerde ortaya çıkar? Yazarın varsa gücü dili kullanmakta ortaya çıkacaktır. O toplumun dilini kullanır, ama o dili alanının dışına sürer, orda başka bir biçem yaratır. Bu kullanımla da toplumdan ayrılır soyutlanır, yalnızlaşır. Bir yapıta yazınsal değer kazandıran yollar olan düz değişmece ve istiare de dediğimiz eğretileme yazara o gücünü verirken onu sınıfsız, aitliği olmayan, boşlukta bir noktaya da sürükler. O artık hiçbir sınıfın, bilinenin üyesi, benzeri değildir.
Yazar tüm zamanların orta yerinde, ama üstünde durur; bir eli geçmişte, bir eli gelecekte, sözün, dilin bilimsel ya da açıklanamayan tüm güçlerini kullanarak tüm insanlığa seslenir. Bu seslenme fizik kanunlarını altüst eder, onu durduramazsınız, o sonsuz bir akışkanlıkla çağlar üzeri akar.
Tabi ki biz salt has yazarlara özgü sesten söz ediyoruz. Medyanın, yayınevlerinin ya da gündelik satış politikalarının ya da bir çaresiz kavimlerin inançlarını sömüren ya da üreme içgüdülerine vuran ve böylece yükselen kâtiplerden değil.
Böylesine gizemli gücün sahibi ki bu güç emanet ya da miras ya da bindirilmiş bir güç değildir, sıradan insanın gündelik hesaplarını hayli aşmış olmayı gerektirir. O yaratılış olarak sistemlere ve güce muhalif, ama insanın yanındadır. Onun muhalefeti yıkıcı bir anarşizmin yansıması değil, insanı daha iyi koşullara taşımanın arzu ve hırsıyla yüklenmiş bir beklentinin nasıllı sorgulamasıdır. Onun o zaman ezberlenmiş bir ideolojisi olması olası değil. Çünkü bütün ideolojiler, korumaya çalıştığı insanını dar kalıplara sokmaya uğraşan, ondan iyi askerler yaratmaya çalışan egemen düşüncenin anayasasıdır.
Yazarın görevi her halde ütopyalar yaratmaktır, ideoloji kuramcının işidir. İdeoloji nesneleri yerli yerinde görme eğilimidir. Oysa ütopya ezilen grupların ideolojiye verdiği karşılıktır.
KARL MANNHAİM 1929’DA her ideolojinin bir egemen düşüncenin yasası ve tutuculuğu olduğunu, ideolojinin bir kavram kulluğu olduğunu söyler. Her ideolojinin yaşamsal gereği olan başka düşman insanları ve ideolojileri vardır. Hâlbuki ütopya, özgürleşmeye çalışan, hak arayışındaki ezilen grupların, geniş insan yığınlarının çıkış, insanı sınırlayan, mutsuz eden her şeye çare arayışıdır. Çoğu kez rasyonel temelleri olmayan bir düştür, kurmaca bir dünyadır ütopya. Egemen güçlerin, siyasi erkin, partilerin ve inanç sistemlerinin dışında bir yerde duran yazarın tek silahı da her halde yaratma gücü, yani kurmaca dünyalar değil midir?
Başlangıçtan bu yana barışık yaşamın, sadece zayıf için değil, tüm insanlık için savaşın ve şiddetin oluşturduğu huzursuzlukta yaşamaktan daha iyi olacağını düşünen insanoğlu, ütopyalar üretti, dinler, ideolojiler yarattı, yasalar koydu. O yaşayabilmek için çözüm yolları ararken, savunma ve güçte gensel kazanımlarının yanında kalıcı ve aktarılabilen bir kültür de üretti. Ne var ki ürettiği her çözüm yolu bir süre sonra kendi hasımlarını yaratıp insanı böldü, parçaladı, kamplara ayırdı, bizden, sizden yaptı. Görünen o ki bu garip karşıtlama sürecek. İnsanları kurtarmaya kalkan her ideoloji gene insanlığa zulmedecek.
İnsanın baskıya ve baskı yönetimine karşı son çare olarak ayaklanma zorunda kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimiyle korunması temel bir zorunluluk olduğuna göre… Diye başlar İnsan Hakları Bildirgesi…
Ne talihsizdir, bir kahramana bir kurtarıcıya gereksinme duyan insan, ne çok mutsuzdur. Ne var ki bugün insanoğlu hala kahramanlara ve koruyuculara gereksinme duymaktadır. Günümüz masal çağı olmadığı gibi kuşatılmış insanın kahramanlığı da söz konusu değil.
O zaman yazara iş düşmektedir. Gerçi sen ne dersen de, cürümün kadar yer yakarsın denilse de, umursanmasa da o gene de konuşuyor, yazıyor.
Nietzche, kendi ahlak anlayışını şöyle tanımlar: “Çirkinle savaşmak istemiyorum, gözümü ondan çevirmekle yetineceğim. Bundan böyle tek inkârım bu olacaktır. Bugünden başlayarak bir daha hiçbir zaman bir onaylayıcı olmayacağım.” Yazar ne bir sistemin kolluk gücü, ne onaylayıcısı, ne satıcısı ne de egemen anlayışın namus bekçisi değildir, bu görevi üstlenenler vardır ve buna göre koltukları, kariyerleri, silahları vardır. Tek silahı söz olan yazarın işi güzellikler yaratmak ve insanlığın yararına sunmaktır. Edebiyat bir anahtardır, ama kapıyı kendiliğinden açmaz, onu kullanacak olan insandır.
Yazarlık bir meslek gibi görünse de yaratıcılık bir meslek değildir. Yazarın gücü dili alanının dışına sürmekle, orda kullanmakla ortaya çıkar. Bu yönüyle toplumdan ayrılır soyutlanır.
Geçmiş yazarları tanımlarken onlara sıfatlar öngörülür. Vakanüs Racine, saray şairi Fuzuli, Cumhuriyet dönemi yazarı Faruk Nafız Çamlıbel gibi… Bu yazarın toplumsal kurumlarla işlevliğini tanımlar. Oysa bu sınıfsal bağlantı yazarı sınırlar. Yazar birinin ya da bir kesimin sözcülüğünü bıraktığı o an konumunda bir boşluk oluşur. Toplumcu şair Nazım Hikmet adlandırmasının önünden toplumcuyu çektiğiniz anda Şair NAZIM Hikmet kalacaktır geride ve gerçekten o zaman yaratıcılık sınır tanımaz. Çünkü artık yetkesini sadece kendinden alır.
Çağdaş yazar çırılçıplak insandır; Ecco Home… Onun sihirli gücü dünün ve yarının arasında bugünde durup düne ve yarına seslenen, söyleşen üstün yazılı sözün gücünden gelir..
Kitabın ve yazarın rolü, toplumun insanının estetiğe, imgeleme gücüne dayalı konumunu yoğunlaştırmak, yani özetle vermektir.
Çağdaş yazar, yaratılışın bahşettiği bütün çevreleri ve çevrelerin ilgilerini kurarak her birine yer vererek onları tanımlayarak yaşar ama hiç birinden değildir. O yalnızdır.
Paul Auster, bizler camileri, kiliseleri reddedenler bir şeye inanmak istedik, diyor. O da demokrasi. Demokrasi çok seslilik, demokrasi herkesin düşüncesini açıklama özgürlüğü, demokrasi sınırlarını ancak bir başkasının özel alanına kadar genişleten bir hoşgörü ortamı. O çok sesle birlikte insanlığın mutluğunu sağlayacak renk ve ışık gelecek, yazar orda olmalı.
O ışığın, rengin ve tüm insanlığın çocuğu değil miydi?
***