top of page

 

Şenol YAZICI

 

sen_yaz@hotmail.com

 

DÜNYAYA TUTUKLU EVREN

 

Sanat  ya da yaratıcı güç, sıra insana bağışlanan olağanüstü yeteneklerden biridir. Sıradan bir kişiyi, en az bir yönüyle zayıf olan genelden ayıran, seçkinleştiren; tümüyle  kusurlu olanı, bir bu yetkeye sahip diye  hoşgörülür bir sevimliliğe taşımayı başaran bir yanı vardır. Bu yönüyle Tanrıya özgü, gizemli yetkelerden sayılır. Çünkü sanat, sıra bir yaratı değil, güzeli, herkesçe kabul görecek evrensel güzeli  yaratmaktır.

 

Bu görkemli yeteneğe sahip sanatçının evrensel güzeli, bir başka deyişle kendi alanında etik olanı yaratabilme gücü de, doğal olarak evrenselliğe yaklaştıkça, herkesi kucakladıkça artacaktır. Bu nedenle sanatçı, ne denli geniş olursa olsun, salt bir yörenin, bir alt kimliğin, ya da bir ülkenin, inancın, tavrın ya da bir  partinin insanı olursa, bu ona yetmeyecektir, yetemez.  Onun ait olduğu asıl kimlik insandır, evrensel insan.  Buna ulaşabildiğince, yakalaşabildiğince başarılıdır, bence. İnsanın kanatlısı olan sanatçı, kendi kavminden olmayan insanların da layık bulmasıyla oturduğu yukarılardaki yerinden bakıp ardından gelenleri, onu izleyenleri siz biz diye ayıramaz, ayırmaması gerekir diye düşünüyorum. Buna ne hakkı vardır, ne de şansı. Hele şiir gibi, resim gibi, müzik gibi gönlün, duygunun en uç noktalarına ulaştığı alanlarda hiç yapmamalıdır. Çünkü gerçek şiir, gerçek müzik sanatın en yoğun biçimidir, özüdür. O, Ugandalının da,  İsviçrelinin de ortak yanlarını taşıyan ender paydalardandır. Ondan hiçbir şey çıkaramaz, ona hiçbir şey katamazsınız.

 

Şiir, bir anlatı türü olarak ruhun yaşadığı tüm karmaşayı, kendine özgü bir müzikle, bir müzik aletine gereksinme duymadan en iyi biçimde, daha büyük bir güçle yansıtır. Salt duyguların sesidir, demek ne kadar doğrudur, bilemem. Bir yıkımı yaşayan insanın şiiri, duyguları yansıtıyor görünse de, beynin o duygusallığa düşünce imleriyle ulaştığını, sanatçının biraz daha yoğun , biraz daha çabuk duyumsadığını ve  biçimli, estetik olarak anlattığını  herkes bilir. İşte bu estetik biçimlemeyi, düşünce yapar. Her duygusal, içsel  yansıtım şiir oluyor mu? Bir çok haklı, doğru, doğal duygusallık bizi büyülemez, iter. Anadolu’da ölüsüne ağlayanın yansıtımı şiirsel bulunmadığından olsa gerek, bu işi sanatlı yapan ağlayıcılara itibar edilir.

 

Ağlamanın nedeni, acı biberin ya da soğanın yakması değilse çoğu kez düşüncedir. Düşünüp yaşanılan yıkımı, yokluğu algılamak. Ağlamak, estetik olmayan, ama çok gerekli masum bir savunma biçimidir. Bu savunma biçimi olmayan kim bilir ne üretecektir de ondan dolayı ağlamasını bilmeyen insanlardan korkarım. Hem yeterince düşünemeyişlerinden, hem de yansıtamayışlarından. Sanatçıdaki asıl fark, yansıtmada. Ozan, kendine özgü bir deyişle, sözcükleri alışılmış anlamların dışına, imgelere çekerek, yeni ya da birden çok anlam yükleyerek yaratır estetik şiirini, savunmasını.

 

Şiir, bir şiirde, bir denemede, bir öyküde olabilir, yaşamın içinde kendiliğinden olabileceği gibi. Ama içinde şiir yoksa, şiir; şiir yoksa öykü yoktur. Başka belki mektupta, belki güncede. Roman şiirle zorlanır, dahası herkesin aşabileceği bir iş değildir de ondan. Şiirsel roman yapayım derken ucuz roman yapılır ancak. Makale, fıkra hiç uymaz. Hele tümüyle düşünsel, didaktik , öğretici yazılar...Ya da  salt sorunsalı aktaran, adına toplumculuk denilen, aslında toplumu kendi gözlüğüyle bakmaya koşullandırmaya  yeminli şiir... artık o; o değildir.

 

O öyküyü bilirsiniz. Eflatun, o büyük düşünür, filozof, bütün zamanların felsefesinin ana kaynağı, gerçekte bir şairmiş. Hem de iyi bir şair. Sokrates’le tanıştıktan sonra bırakır şiiri. Arkadaşlarının konuk olduğu bir yemekte o güne değin yazdığı tüm şiirleri ateşe atıp yakar.

 

Kafasının içi düşüncelerinin ağırlığıyla bunalan şair, özgür, bağıntısız, kul olmayan bir kafa isteyen, ama aynı zamanda insani olmayan tutarlılıktan nefret eden  şiiri, ona duyduğu saygı nedeniyle uğurlamış ve temelinde inatçı bir  tutarlılık yatan duygusallıktan görece sıyrılmış felsefeye vermiştir kendini tümüyle. Şimdi, bu da tartışılabilir. Büyük felsefelerin temelinde kararlı bir inat mı yatar, şair tutarsız mıdır, diye. Bu biraz küçümseme gibi duran tanımlamada temel amacın kategorize etmek olduğu düşünülmeli önce. Aristo’nun da, Sokrat’ında çağlar üstü bir güçleri, taraftarları  olduğunu düşünün, taban tabana zıtlıklar taşısalar bile Zenoncuların da, Epikürcülerinde aynı saygınlıkta olduğunu anımsayın derim. Bir devir Hıristiyanları aslanlara parçalatan, İsa’yı çarmıha geren Romalıları düşünün, sonradan İncil’i bilinen tüm kıtalara taşıyıp farklı dinlere inananları  öldüren Romalıları düşünün. İnsan dediğiniz kendinden imler taşıyan ve çok tutarlı bir inatla savunulan her şeye saygı duyar. Her insan da, evrende  var olan tüm erdem ve erdemsizliklerin zayıflık ve güçlerin hepsine sahiptir aslında. O halde ondaki bir imi bulmak zor değil, yeter ki bu imi çok büyük bir inatla ve tutarlılıkla onu etkileyecek biçimde yansıtın. Artık sizdendir. Bir kez benimsediğini, daha çarpıcısını bulmadan  içinden söküp atması kolay olmayan insanoğlu, biraz da bu yüzden kendini ateşe atarak bir çok yanlış düşüncenin savunmasını da yapar, yapmıştır.

 

Oysa  şiirin; şairin, bu tarz bir savunması tavrı yoktur. İyi  şair, kendi özelinde tutarlı olsa da, şiirinde aynı inat ve tutarlılığı sergilemez. İnsanın evrensel çelişkilerini, tutarsızlıklarını güzel anlatmak onu daha başarılı kılar. Bizim her günümüz aynı değildir ki, hatta her saatimiz. Aynılığı kendimize öğretiriz, öyle olmak için direniriz. O zaman şiirin gücü sunduğu yenilik ve çözümlerde değil, insan çelişkilerini, çatışmasını güzel anlatmasındadır.

 

Böyle bakınca, ürperten şiirler üretmiş kimi şairlerimizin son dönemlerinde  kırık dökük, bağlantısız, anlaşılmaz, kuru söz dizinleriyle ideolog, soruncu kesilmelerini anlamak, hem çok kolaydır, hem zordur.  İnsan olarak anlasak da, şair olarak anlayıp bağışlamak, hele  bizim tayfadan değilse, iyice zordur.

 

Ozan, doğası gereği insanın yanında , kurulu düzenin, dünyanın tam karşısında değil midir? Bu kavgasında insanın ezilmesini ya da zulmü söz konusuysa kendi diniyle bile kapışmaktan kaçmayacak, dara gerilmekten korkmayacak insandır. O zaman en evrenseli bile tüm insanlığı kapsayamayan, insan yüreğinin enginliğine ulaşamayan bir inanın dar kalıplarında neyler? Evrensel yapıtlar üretmeye soyunmuş, ama evrensel soyluluğa sahip olamayan  bir çok yazarda, şairde bu çelişki çok belirgindir. Kimileri onlardan olmadığına göre her türlü olumsuzluğa da müstahak olabilir. Düşünün,tüm Türkleri aşağılayan bir Tolstoy’un bu yüzyılda başarısından söz edebilir misiniz?

 

Neyler şiirini bir kavme, bir yöreye  kul etme yanılgısına düşmüş gerçek şair? Yolunur gönül ağacı. Göklerin görkemli şahini, avcı kolunda pusatsız hırsız olur, gönül çalmaya soyunmuş. Bir dünyaya tutsak evren olur, onca yıldızıyla, sığar mı?

 

Kuşkusuz yakın zamanın Türk edebiyatındaki en iyi şairlerinden biri, tek şiir kitabıyla da olsa Ahmet Arif’tir.  Doğru yerde kullanılan sözcüklerdeki vuruculuk, yüreği ayağa kaldırma gücü kaç şairde var? O dar anlamda bir inanın şairi de sayılmaz üstelik. Sadece seçtiği konular, sözcükler, sözcük dizilişindeki biçim, yarattığı çağrışımlar, bir eski zaman feodal beyinin erkeksi sesi onu bir yörenin, bir kitlenin şairi yapmıştır. Bu kitlenin siyasal olarak kalabalıklığından, Yılmaz Güney’in Arkadaş filminin onu hedef kitleye doğru zamanda taşımasından çok ünlenmiş, ama belki de aynı nedenlerle hakkı olduğu halde çağdaş şiire damgasını vuramamıştır. Yirminci yüzyılın kentlisine bir yanı itici gelmiştir nedense. Bu iticiliğin  dar bir kitlenin kavgacı  kavga ozanı  Dadaloğlu’nda, yöresel sayılabilecek Karacaoğlan’da olmayışını  insan düşünmeden edemiyor.

 

Bir yandan karmaşıklaşan, zorlaşan yaşam, artan gelir dağılımı eşitsizlikleri, siyasetin hala ülkemiz insanının güven veren aitlik duygusunu doyuran önemli unsurlardan biri olması, aynı zamanda siyasi söylemlerin tabuluğunu sürdürmesi, her an cezaya açıklığı ve söyleyenin soruşturmalara uğrayıp çağdaş Robin Hoodluğa kolayca sıçraması, kuşkusuz ağlamaklı duygulardan duyulan usanç ve de geniş halk kitlelerinin bu ürünlere alıcı çıkması gitgide yalnızlığı artan insanı yeni yönelişlere sürükledi. Kılıktan kılığa giren, ne var ki, bir tek edebi kimliğe giremeyen öyküler, şiirler, anlatılar devri başladı. İnanların kurnazlaştırdığı akıl, sanatın belirleyicisi oldu. Böyle zamanlarda, moda bir savın keskin söylemine kurgulanan anlatı yükseldi. Ne de olsa, sanatla yani estetikle sıvanıyordu.

 

Ne dediği anlaşılmayan, bedenin ayrıntılarına dürbünle bakıp anlatan ya da ay başı sancılarının öykülerinin yazarı, araya sıkıştırdığı birkaç toplumcu söylemle, yeni zamanların kurtarıcı misyonuna erişti. İçinde boğulduğumuz bunalımlardan çıkış için ruhumuzu jiletlememizi sağlayan mırıltıların akademik müzik kimliğiyle tartışıldığı günde, biraz 12 Eylül Öncesi     militanlığı katmak  aşureye, düşünen adam olmaktı ve büyük işti.

 

Özgür olamayan, alkış bulamayan, satacak şablonlara göre yürümeye çalışan yaratıcı güç, alıcı bulamadı ve kurudu. Kimse Marx’ın, Satre’nin, Camus’un neden şiire başvurmadığını sorgulamadı.  Dev bir şairi Mayakovski benzeri kimi şiirler yazmaya götürenin ne olduğunu da kimse sorgulamıyor. Bir devrin en iyilerinden hiç kurumayacak bir ırmak gibi duran Necip Fazıl’ı parti sloganları gibi dizeler yazmaya götürenin ne olduğunun sorgulanmadığı gibi. Kahvedeki sempatizan için, ya da partideki  ideoloji kulu için bu bir tabu olsa da ,  gerçekten sanatla uğraşan için görmezlikten gelinecek bir konu değildir. Bizden midir iyi, değilse kötü, alemi cihan olsa. Düşünler, inanlar değişebiliyor, ama iyi şiir ya da evrensel olan sonsuza değin yaşıyor.

 

Düşünmek öğrenilebilir. İşlek bir zekanız varsa, iyi bir eğitim ve ilgi, sistemli çalışma sizi çağınızın en büyük filozofu yapabilir. Ama şair, ama sanatçı?.. O zor işte. Yaratılışın, yeryüzündeki dengeyi oluştursun, evrenseli savunsun diye özel yarattığı insandır sanatçı. Yeryüzünde milyonlarca asker, bir çok bilim adamı ya da zengin var, milyonlarcası da yetiştirilebilir, ama istendi diye bir tek ozan yetiştirilemez. O kendiliğinden vardır. Herkesi kucaklayacak bir türkünün yerine, sadece birilerini kucaklayacak özel ezgilere yönelmek ve bunun için şiiri kullanmaya kalkmak Eflatun’un iki bin beş yüz yıl önce şiire gösterdiği saygıyı göstermemek demektir. Ya da zoru başaramamak...

 

Düşünmek, düşündüğünü ortaya koymak, bir inanı izlemek şaire yasak değil kuşkusuz. Gelip geçen gündelik politikanın üstünde kalıp ulusal ya da evrensel politikayla ilgilenmesi de.  Ne var ki, bunu şiirle değil, düz yazıyla, didaktik  örneklerle yapabilir. Başka türlü denenen şiir, zaten büyüsünü, ruhunu yitirmiş bir manzum öykü olarak kalır. Zaman  zaman da hiçbir şey olamayan, anlaşılamayan tortu olarak. Oysa gerçek şiirin anlaşılmaması söz konusu olamaz. O mutlaka yüreğinizdeki özel tellerden birini yakalar ve tınlatır.

 

Kuşkusuz tınlayacak gönül teli kalmışsa.

bottom of page