DAĞLARA DÖNÜYORUZ
Şenol Yazıcı
İznik’ten, o sihirli gölün gerdanlığı kadim şehirden güvenilir bir sırta yaslanır gibi tırmanırsınız Yenişehir‘e. Göl ayaklarınız altında bir okyanus gibi dalga dalga büyürken vazgeçemediğiniz görkemli bir ömrü geride bırakmanın hüznü sarar ruhunuzu… Sırtın ardı sanki bir nedensizliği kucaklamış gibi gözüken Yenişehir’dir. Onca hak edilmiş güzelliği ellerinde taşıyan Bursa’nın, İznik ve İnegöl dışında hemen her ilçesinde yaşarım bunu: Başka yer mi bulamamışlar, dedirtir.
Yenişehir durgun…
Yenişehir, bu durgunluğunun altında bir zamanın en görkemli imparatorluğuna tohum olmanın yakıştırdığı vakarını saklıyor hala...
Ne var ki şimdi yol Bursa’ya…
Kartacalı Anibal’ın kurduğu armağan şehre… Osmanlının tarih masasına, ben de varım, diyerek en ciddi zarını attığı, yeşilin hükümdarlığını ilan ettiği şehir, külde saklanan köz gibi duran alçak gönüllülüğünün altında, dışarıdan görülemeyen, sonsuz ve kaynayan bir heyecan yayar ovaya.
***
Yenişehir dağlarından Bursa ovasına su gibi akarken, Arap atlarının toynak seslerini duyar gibiydik. Osman Gazi, tam on yıl kuşattı Bursa'yı ve alınışını göremeden öldü. Oysa ondan yüz elli yıl önce, kurt dedesi Kutalmışoğlu Süleyman Bey, Malazgirt'ten at koparıp bir iki yılda İznik'i, Bursa'yı aşıp Üsküdar'da fırtına gibi esmişti. Bilecik dağlarında tutunmaya çalışan genç beylik Osmanlının elinde ne Selçuklunun büyük ordusu ne de torun Fatih'in İstanbul surlarını pamuk gibi atacak dev topları vardı.
Yedi yüz yıl geçti. Çoğu gösterişli ve güzel çağlar…
Ama diyalektik işledi ve dev imparatorluk kendi kendini yedi.
***
tophane /surlar
Bilecik bozkırlarındaki obadan dal verip Viyana kapılarına uzayan bir ulu çınarın bilinçsizce budanmış, tam kururken Atatürk'ün ellerinde can bulmuş yeni filizleri, altlarımızda bilmem kaç beygir gücünde, ama artık Fransız ve İtalyan beygiri araçlarımızla yeniden fethediyoruz ülkemizi. Avrupalı bir yürüyüş modasıdır çıkarmış, iyi ki de çıkarmış, dağlara dönüyoruz. Gene Avrupalıdan kaptığımız diskoları, barları, dedemizden kalma kahveleri, oyun masalarını terk edemeyenlerimiz hala var, ama olsun, bir bölümümüz için de olsa, adım adımdır.
Bursa ovası ev, Bursa ovası fabrika… Türkiye'nin en bereketli tarım toprakları, çevrelerindeki dağlar çıplak ve yoksul gülümserken yerleşime teslim olmuş. Bursa bir devir imparatorluğun gözdesi olup sonra unutulmanın öcünü 21. yüzyılda alıyor. Oranlanırsa, yakın zamanın en çok yatırım yapılan, yapılanı da gösteren kenti. Bütün Anadolu, başta son yılların sancılı doğusu, Bursa'ya koşuyor. Belki, 14., 15.yüzyılların güç ve gösterişine ulaşacak ama, İbni Batuta'nın , Evliya Çelebi'nin övgüyle sözünü ettiği insan dokusu nasıl sağlanır, bilmem. Kent, Uludağ'ın eteklerini merkezleyerek batıda üniversite kampusuna, doğuda yeraltı sularıyla beslenen göle değin yayılmış, dağın yamaçlarına da gecekondular düşmüş. Öyle de, merkez, gene yedi yüz yıl önceki gibi Hisar çevresine yığılmış: Bir yandan baca dumanları, bir yandan egzoz gazları, yetersiz hava akımı... Boğuluyor. Uzaktan Bursa'yı seçemiyorsunuz; bir sis anıtı. Ancak içine girince görülüyor güzellikleri.
Bin dokuz yüz kırk kuruluşlu Kültür Park, kentin nefes aldığı alanlardan biri. Birçok kültürel etkinlik burada gerçekleştiriliyor. Bir yanda Belediye konservatuarı ve ülkenin ünlü sanatçılarını ağırlayan Çağdaş Gazeteciler Derneği, öte yandan büfelerden duvar gibi yükselen Mahsun, İbo, Ahmet Kaya şenliği... Bir kültür mozaiği mi denir, kültür karmaşası mı, kestiremiyor insan. Yalnız şu bir gerçek, burada sadece, doğu batı sentezi değil, çağ ile çağdışı sentezi de var, hem de barışık gibi duran. Çağdışı kavramının ileri mi, geri mi olduğuysa sizin durduğunuz yere bağlı kuşkusuz.
Yakup Kadri'den Nazım'a, Tanpınar'dan A.İlhan'a pek çok ünlünün ilgi ve övgüsünü çeken Bursa, geleceğin ekonomik yönden güçlü kentlerinden biri olacak kesin, ama böyle giderse bir yaşanmazlığı da yakalayacak görünüyor.
Bursa su ve dağ şehri... Ne yandan baksan ovanın üstünde bir kartal gibi kanatlarını sarmış Uludağ yükseliyor.
Birkaç yılda, dağı taşı gökleri delen evlerle dolan Nilüfer'den güneye dönüyorum.
Uludağ, güneye döndükçe eteklerini vadilerden çekmekte acele etmiyor, usul usul yükseliyor. Ancak bin metreden sonra dağ oluyor. Çıplak tepesinde kımıltısız duran bulutları, su yataklarında gelin simleri gibi parlayan buzullarıyla gösterişli bir bozkır güzeli.
Eteklerini dolaşan yolu izliyorum. Dar yol,ormanın içinden, yer yer yola sarkan ağaçların arasından yılan gibi kıvrılarak ilerliyor. Zümrüt yeşili barajı arkamıza alıp dere boyu Keles'e gidiyoruz. Çam, kestane, dut ağaçlarının arası piknik yapanlarla dolu. Birkaç kez yandı bu ormanlar. Tüten mangallardan her an yanacak gibi, ama kimsenin umurunda değil.
Bu yollardan bir süre önce, bir gece yarısı tepelerin ardında saklambaç oynamaya çalışan ama dağlara sığmayan gürbüz bir dolunay eşliğinde geçmiştim. Öner Yağcı'yla birlikte Çağdaş Gazeteciler Derneği’nde bir söyleşide konuşmacıydım.
O ilkyaz gecesinde, Biz Öner Yağcı’yla gidişatından bir türlü memnun olamadığımız ülkeyi kurtarma ateşiyle konuşurken dinleyenlerin büyük bölümü kendilerini içkili yemeklerine vermiş, içtiklerinin dozuna göre garip, çoğu bizle ilgisiz, ama bizim ciddiye aldığımız sorular soruyorlardı, kızarmış ve dağılmaya başlayan yüzlerine bayramlık bir hava vererek. Gecenin geç saatlerinde, güzelden anlayacağını düşündüğüm, ama düşündüklerimi ve düşlerimi kökünden budayan yabancı bir kitlenin karşısında görücüye çıkışımdan karmakarışık ayrılmış soluğu buralarda almıştım. O ay ışığı ve ıssızlık bin yıl öncelerde Ankara sokaklarında bir kırık keman gibi terk ettiğim gençliğimi ve devrimci ruhumu anımsatmış olmalı ki;
'Biz içkili masalara şarkı söyleyenlere karşı çıkardık, şimdi sarhoşlara edebiyat anlatıyoruz,' diye vahlanmıştım. Benim sıkıntılı halimi, bir anlam veremeyip, herhalde yazarlar böyle olura… bağlayan yol arkadaşım:
“Dünya değişti, demişti, sen de değiş.
Biz, Arkadaş filmindeki Yılmaz Güney'dik ve zamana ayak uyduramıyorduk. Kitaplarımızı tanıtmak için yakında oryantale başlarsak şaşmamak gerekti.
O zamandan aklımdaydı, buralara bir de gündüz gelmek…
Geceyle gündüzün görünümü farklı. Geceki o ürkütücü, hayal gücünüzü zorlayan kasvetli karanlık, şimdi durmadan kabaran huzurlu bir yeşil olmuş. Yalnız belki bu huzurdan kaynaklanan bir şey var; dağa uymayan bir şey. Karadeniz dağlarında, Toroslar'da duyumsadığınız yalnızlık ve artık yenildiniz duygusu burada yok. O, önemli bir şey yapmış, yüreğini ispatlamış, korkusunu aşmış duygusu yok. Hep güvendesiniz, kent dağları teslim almış. Dağ dağlığını yitirmiş, tutsak olmuş, yumuşamış, erimiş. Kültür Parkt'a safariye çıkmıştık sanki ve en ciddi tehlike, dikenlere takılıp giysilerimizi yırtmamızdı.
Yol boyu ormanların arasına sıkışmış avuç içi tarlalarda çilek toplayan insanlar vardı. Dere kıyısına dizili köylerden gelip kiraz satanlar... Çoğu 93 göçmeni Balkanlılar. Kimisi kendine manav diyor. Manav, yerli demekmiş. Anadolu’nun yerlisi kim? Antik Yunandan kalkıp Ege kıyılarını üs edinen dünyanın en eski uygarlıklarını kuran İyonlar mı? Hititler mi? Bizanslı mı? Osmanlı mı? Ya da seksen yıl önce gelen Balkanlı mı? Şu dünyanın yerlisi kim daha doğrusu?
Bursa'dan Keles'e değin altmış kilometrede cep telefonu doğru dürüst çekmiyor. Yol boyu, artık sıkmaya başlayan bir iki alabalıkçı dışında ne yemek yenilecek ne de çay içilecek bir yer var. Bu nedenle Baraklı köyündeki tuvaleti olmayan ama duvarları yağlıboya tablolarla süslü kasap, serap gibi geldi bize. Keles, İç Anadolu'nun Marmara'yla bayrak değişimi yaptığı son yamacı devirince çıkıyor önümüze: Küçücük bir Orta Anadolu kasabası. Uludağ'ın gücü buralarda çoktan tükenmiş, genel bir arazi yüksekliğine dönüşmüş. Tunçbilek’e doğru gerek bitki örtüsü, gerekse toprak yapısı hızla değişiyor.
Kocayayla'ya çıkacaktık, geç oldu diyoruz.
Dönüşte, tam bu dağları sevmedim, yüreğimi kaldırmayan dağı da yâri de neyleyim, demelerdeydik ki, görüyorum Tuzaklı'yı. Uludağ'ın sarp yamaçlarını kaplayan ormanların içinde bir beyaz minareyi fark ediyorum ilk. Adsız bir türbenin değilse, bir köye ait olmalı. Başka bir işaret yok. Bir şey keşfetmem gerek ya, tırmanacak düz duvarlar arıyorum. Birkaç başarısız deneyden sonra, anayoldan dik bir açıyla ayrılıp yükselen dar bir asfalt yolun başında köyün levhasını buluyorum. Sapıyoruz. Dimdik yokuşu tırmanırken gündoğumundan bu yana ilk kez özgürlük duygusunu hissediyorum.
Ay, şimdi yaramazlığını ve saklambacı bırakmış, aşağılarda kalan, gitgide gölgelere karışan dağın etekleri üstünde yuvarlanan, durmadan büyüyen bir gümüş tepsi. Bir gözüm farların solgun aydınlığında daralan, dikleşen yolda, diğer gözüm baraja doğru inen yamaçlarda gidiyoruz. Aşağısının görünümü soluk kesecek kadar güzel. Köyü saklayan orman, baş döndürücü bir eğimle, çöken akşamın karanlığına bulaşıp petrol siyahı olmuş barajın kuytularına değin iniyor, ağaçların yuttuğu Keles yolu, ay ışığında dolaşan gümüş bir yılanın dalgalanan sırtı gibi yer yer parlıyor.
Neden sonra, yol kıyısına dizili birkaç yıkılmış evi, bahçesi kaç zamandır aradığım mor güllerle dolu küçük camiyi, bize ilgiyle bakan küçük yüzlü, kısık gözlü yaşlı Yörüklerin avlusunda oturduğu köy konağını buluyoruz.
Tuzaklar, yedi yüz yıllık katıksız bir Yörük köyü. Bu sarp yamaçlarda onlardan başkası da zor yaşar. Eskiden çok kalabalık olan köyde, şimdi birkaç yaşlı var. Oradan Uludağ'a geçebileceğimizi öğrendik. Dağların, ormanların içinden, büyük olasılıkla sabahlamak zorunda kalabileceğimiz kötü yoldan geçmek bana sevimli geldiyse de, arkadaşıma gelmedi, döndük.
Ay gümüşten sarıya dönüyordu. Düşünüyordum. Tarla yok, bağ yok. Hayvan desen, keçi dışında ne yaşar bu dimdik yamaçta. Yedi yüz yıl burada durmak için salt bu manzara yeter miydi?
Çam ağaçlarının gölgelerinden fışkıran kıvılcımlar gördüm. Ateşböcekleri miydi, yoksa padişah fermanlı ipek yüklü kervanları yağmalayan ya da Bursa Tekfurunun çilek toplamaya gelmiş kızlarını terkilerine atıp dağlarına dönen Yörük atlarının toynaklarından çıkan kıvılcımlar mı, kestiremedim.
Şu Batılıyı, kimi modalarını seviyorum. Nasılsa bir gün daha bir dağ dağlar da buluruz.
Şenol Yazıcı,1998