top of page

 

 HAK EDİLMİŞ BİR AYRILIKSA ZAMAN

                                                                         17 Ağustos 1999 Deprem'i Anısına *

 

 

İnandıkların da terk etti seni, şimdi en büyük fırtınasına yakalanmış bir sahra çölü kadar, öyle yalnızsın.

Bu yalnızlığı ancak çocuklar anlar.

Bir çocuklar bilmez: Gün olur, hak edilmiş bir ayrılıktır zaman.

Hoş gör.

Mavzer kurşununa namı yürüsün diye göğüs geren dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr; korktuk, kaçtık; yine de  giderken içimiz sızladı inan. Hani zorun dağlar kadardır fakat boğazından bir kıl ustura geçer, ağlayamazsın.

Bunu da bir biz biliriz, bir de altın kafesteki bülbül.

Çiz bunun altını ve unutma: Sen vatan oldun artık; ayrılırken duyumsadığın acı değil midir, kimliksiz kentleri vatan yapan?

Acı çekiyorsun değil mi? Sen acıyı bilmezdin oysa.

 

Ne dersin, güzel dağlarına bahar gelir mi yine? Büyük vuruşla paramparça olmuş yüreğini onarabilecek misin yeniden?

Binlerce ay yüzlü çocuk doğurabilecek güvercin yürüyüşlü bir kızdın. Akıl dışı bir kürtaj bereketli yarınlarına saldırdı. Artık, kurumuş ırmaklarınla sana yol verecek tek enginlik çöller kaldı, neylersin?

Ağlıyor musun? Oysa, ağlamak ne kadar yabancıydı sana.

 

Bak bahar gelecek, nevruzlar sarar mı dağlarını yeniden? Çimenlerine su yürüyüp kıyamet gibi çiçek keser mi yüzün? Güneş, Safran sırtlarından Paşaköy’e uzayan Gökkuşağı Yolunda ya da Kurtköy dağlarında unutulmuş oyunları oynayan şımarık bir çocukken, dağ yollarında teslimiyete inat sevdalar yeşerten yaşam kaçkınlarının türküleri söylenir mi yine?

Bir daha düşer mi cemre?

Düşmese de olur aldırma.

 

Sılayı yaratan sevdasıdır insanın, anılarıdır gömdüğü. Eski nalbant yeni ev yapıcının, üç kuruş daha fazla kazanma hırsını doyurmak için yangınlara, yıkımlara, dozerlerin çelik bıçaklarına; kefensiz ölümlere teslim ettiği çocuklarıdır.

Artık mecburuz: Ölsek de ruhumuz sana bağlı kalacaktır.

 

Kendi diyarlarımızda ekmeğimiz yoktu, çoğumuzun. Adam da sayan yoktu ya. Sayılsak, sen de ne işimiz vardı? Sen, dünya güzeli ufacık bir kasabaydın. Yazık ki, bize dayatacağın kuralların yoktu. Sevdin bizi. Bu kadar sevilmeye alışkın değildik, bunca önemsenmeyi ummazdık. Sen de karnımız doydu şükür. Doydu ama unutamadık: Sen yabandın, sen eldin; sen bizim değildin ve biz senden değildik: Sen gurbettin. Niçin insanın kanında karnının doyduğu gurbetten nefret vardır? Senden nefret ediyorduk. Seni yok ederek yaşıyorduk.

Çaplarımızı aşan bir hırsla, birbirimizi çiğneyerek tırmanma derdindeydik. Gündemi biz belirliyorduk. Okuma yazma bilmeden medreseye hoca, alim; hak hukuk bilmeden kadı oluyorduk. Ya bir partiyi ya bir inancı ya etnik kökenleri ya da geldiğimiz şehirleri kullanıyorduk. Gariptir, senin öz çocuklarının kimisi de el veriyordu bize. Ender de olsa, karşımıza kimi erdemli insanlar da çıkıyordu, dur diyen . Oysa, bilmiyorlardı, aynı çıkarlara kilitli biz, ne kadar çoktuk. Kazanamayacakları kavgalara tutuşuyor; çoğu yeniliyor, çoğu küsüyor, çarmıhları sırtlarında dolaşıyordu. Sen insafımıza kalmıştın. Gerekeni yaptık. Su kaynayan tarlalara imarsız, plansız gökdelenlerimizi kurduk. Allah kerimdi.

 

Dedik ya, mavzer kurşununa karşı koyan dedelerimizden bir bıyıklarımızdır yadigâr, bir de çağını bitirmiş, ama sana dayattığımız yaşam tarzımız. Neden insaf edelim ki? Sen tükenirsen, çok Yalovalar, Gölcükler, Sakaryalar… vardı bu ülkede. Hem giderek büyüyen, kendi aristokrasisini yaratacak gibi duran sende, yarın acımasızlığımız yetse de, çapımız yetmeyebilirdi. Gün bu gündü. Seni düşünen yoktu. Sen de dünyalığını tutan, ezilmişliğin öcünü, sonradan görmüşlüğün kıyıcı bıçağıyla gene senden alıyordu.

 

İlk onlar gitti.

Kimi deprem görmüş yerlerde iş adamları, ekmeğini yedikleri kentlere depreme dayanıklı konutlar, yeni fabrikalar kuruyordu. Seninkiler, dün zenginlik ve gösterişleriyle burnundan kıl aldırmayanlar, yıkılan bir konutla nesi varsa tükenmiş gibi ağlayarak el açmış, yardımda önceliği kapma derdindeydi. Çoktan bitirdikleri geçmişlerine şimdi iç burkan gerekçeleri de vardı, tüm geçmişlerini aklayacak: Deprem.

Onlar da gitti. Geri gelirler diye korkuyorsun biliyorum. Kuşkun olmasın gelecekler. Sen kendi kurallarını oluşturmuş, aristokratlarını yetiştirmişsen, hemşerilik bilinciyle donanmış, seni vatan bilen yurttaşların varsa, duracakları yeri bileceklerdir. Yoksa dukalar ve uşakları hep olacaktır.

Artık seni sıla bilenlerin var.

Bu bayramda doğup büyüdükleri yere gitmeyecekler; sana, sevdiklerinin mezarlarına geleceklerdir. İyi davran onlara. Sen onlarla birlikte yarınını kuracaksın. Onlarla tüm Türkiye’de anlatılan acıklı olsa da güzel bir masalsın. Sen topraksın. Binlerce yıldır ne yaralar gördün, onardın. Büyük olmak, büyük bedel ister. Hele vatan olmak… oğullar, kızlar vermek demektir, gözbebeği anıları gömmek demektir. Dünyanın öte ucunda olsanız bile görünmez, ama çelik bağlarla sana bağlı sevdalılar demektir. Yurdumun dört yanında senin ekmeğini yemiş, sana emek verip gitmek zorunda kalmış insanların var. Sen de sevdalarımız, sen de mezarlarımız var.

Yıkımsa yıkım, artık bahar gelmeli.

Sen demez misin, en azgın zemheri, bir minik kardelene yenilir gider? Hadi açtır kardelenleri, dağlarıma bahar gelsin. Doğacak çocuklarımız var ve söyleyecek sevda türküleri…

 

Bir ölüm nedir ki? Sen milyonlara gebe anasın: Vatansın.

 

Bizi de anla ve hoş gör; GÜN OLUR, HAK EDİLMİŞ BİR AYRILIK OLUR ZAMAN, ondandır gidişimiz; çiğ süt emmişliğimizden değil.

 

 

*

 

Şenol YAZICI, Ocak 2000, İzmir

 

 

 

İLGİLİYE NOT:

 

*Bu yazı deprem sonrası atandığım İZMİR’de zorunlu gurbetteyken 2000 Ocak  ayında Yalova’daki bir yerel gazetenin isteği. ne isteği, yalvarması üzerine yazıldı, ne var ki gazetenin  sık sık değişen yeni çıkar ilişkileri dengesine aykırı bulundu. Yazılanların zaten maddi zarara uğramış  kimi zavallı(!) yapsatçıların ve kimi masum(!) belediye yetkililerinin soylu hissiyatını çok keskin zedelediği (!) düşünülerek, yer verilmedi.

 

Kimi yapsatçıların ve  belediye yetkilerinin ömür boyu hapis istemiyle arandığı günlerdi,  elbette hepsi  çoktan sırra kadem basmış, bunu akledemeyen ya da beceremeyen ya da hepimizi hapse atsalar hapishane yetmez diyerek avunan sadece bir kişi eski TÜRKOLOG yeni yapsatçı biri  yakalanıp hapse atılmış ve hepsi adına uzun süreli hapse çarıptılmıştı.

 

Yalova’daki yıkım ve ölümlerin yüzde sekseni insan hatası sonucuydu. Yüzde yirmisi de kentsel yerleşimde mezuatın çağdışı kalmasından…

 

Bu yönüyle, belki de, kötü komşu insanı mal sahibi yapar örneği ,  düşüncenin özgür olduğu bir dünya ütopyadır, istiyorsan  kendi dünyanı kuracaksın, başkaldırısına da temel olmuş, özgür ve bağımsız olmak  uğruna on iki yıl sürünmeyi göze alan  maviADA Dergisi biçimlenmişti.

 

Ve aynı maviADA , 11 yıl sonra o devir yaptığı binalar nedeniyle sorgulanan belediye yetkililerinin yeniden iktidara gelmesiyle ve ısrar ve talepleriyle , hiçbir karşılıksız  “ YARALI BİR KENTİN IŞIYAN YÜZÜ” ulusal etkinliklerini YALOVA’da hüzün ve ironiyle yapmanın gururunu yaşamıştı.

 

Sağ olsunlar.

 

 

*

...
Ve şimdi depremin 16. yılında Yalova, her yıl birer ikişer artan katlarıyla, toprağa gömülen deprem enkazlarının hala durduğu  su havzalarına kurulan yeni siteleriyle , hatta en riskli bölgeye yapılan Toki konutlarıyla fay kırıkları üzerine milyarlar dökülerek gerçekleştirilen görkemli ama işlevsiz kentsel üniteleriyle eskisinden çok daha ihtişamlı , ışıl ışıl, zengin ve aldığı büyük göçlerle kalabalık gözüküyor...


Yıkılacağı kesin gözüyle bakılan hasarlı binalar,onarılmış, boyanmış ve çoktan yeni sahiplerine satılmış  bile... Depremi sadece filmlerde görmüş masumlar; çoluk çocuk derin uykularını uyuyorlar...

 

Kentin o zamanki depremi yaşayan yerlileri, Cumhuriyet tarihinin belki de en basiretsiz, amaçsız, anlamsız hükumeti olan son Ecevit koalisyon hükumetinin ve yerel siyaset sultalarının parlak  fikirleriyle  sözde tsunami kaygısıyla, özde rant kavgasıyla, alt yapısı bile bir şehir bedeli  en yakını 10 kilometre uzaktaki dağ başlarında yaptırdığı  ve depremzedeye fahiş fiyatlarla sattığı  düşüncesizlik örneği uydu kentlerde merkezi kentten, her türlü olanaktan yoksun, köylülükten daha ilkel koşullarda varolma  mücadelesi veriyor.

 

Ötekiler, yani gerçeği iyi bilen hırsızlar,yani gerçeği yaratanlar, yani toplumun her hastalıklı halinden bir menfaat yaratmayı iyi bilen çıkar BARONLARI, başka kentlerde ya da YALOVA'nın tarım arazilerini  parselleyerek yaptıkları güvenli villasında gözbebeklerinde dolar işareti, dişlerini bileterek çıkacak yeni fırsatlar, olanaklar en güzeli yeni depremler bekliyorlar...Bütün dünyayı harman edecek, onlara kasalarına sığmayacak dende para kazandıracak dev depremler ...

 

Ve hiçbir şeyin değişmediği Yalova, elbette hiçbir şey değil; YALOVA, en önemlisini,  insan dokusunu  yitirdi artık, Tanrı'nın yeniden bu akıl fukarası ve gözü aç ya da çaresiz kullarını anımsamasını ve  aşkla kucaklayıp 45 saniye daha sallamasını bekliyor.


...

ŞENOL YAZICI

 

 

 

 

r

 

bottom of page