top of page

I28 Nisan 2013, İstanbul ATAŞEHİR Etkinliği 

 

                                                                                SANAT ve SİYASET

                                                                                                               Şenol Yazıcı

" Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar egemen siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezberi bozan,olması gerekeni hayal edip önerendir.
...
Oysa yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağı(!) vardır. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Saraya kafa tutan bir Divan Edebiyatı yazarı ya da öyle bir Fuzuli,Nedim... düşünün... ne kadar fuzuli kalırlardı onu da...

Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan devrimci bir söylemdir."

***

Bu vesikalık resim gibi ciddî ve asık yüzlü duran “Sanat ve Siyaset” konusunu kararlaştırdığımız günlerde, takvime göre, artık bundan sonrası bahar, diyorsak da geçmiş baharları anımsayınca bu daha çok temenniydi; Bursa’nın aceleci erikleri pıtrak pıtrak çiçekti, ama yükseklerden Uludağ’ın doruklarından kar esiyordu.
Oysa şimdi,birkaç gün içinde bahardan da öte, yola çıkarken giydiğim giysileri fazla hissettiren gösterişli bir yaz günü havası var dışarıda. 

İnsan, böyle bir günde, herhâlde en son bir karanlık salonda iki yüz yıldır bitmeyen bir tartışmanın yeni sürümünü izlemeye kalkar, diyorum kendime, arkadaşlarımı dinlerken...Ve öğrenecek ne çok şeyim olduğunu da görüyorum, kadın eli değen maviADA İstanbul etkinliğinde… Taşradan bakınca uhrevi bir resmiyetle kaskatı çizgili bir ritüel olan kutsal edebiyat, arkadaşlarım Zühal Tekkanat ve Aydan Ay’ın sihirli ellerinde, sizler gibi bilen, anlayan insanların paylaşımında sevimli,çok daha insan kokan bir dost sohbetine dönüşmüş. 

Görünen,zamanıdır, ben ezberimi bugünden başlayarak bozacağım. Bozacağım da koşullandığım edebiyat ayininde anladığımca hazırlandığım izlekte gösterişli ve elbette ağır A planımın yerine koyacak B planım yoktu. Şimdi ezberi bozarken,sizlerle yeniden yapılandırmaya çalışacağım konuşmama hoşgörüyle bakacağınızı umuyorum. 

Yaş ortalamamız hayli yüksek olsa da, aşkın gelip başköşeye kurulduğu bu günde,küllerini azıcık karıştırsak arasından bir volkan gibi patlamaya hazır bir yürek bulacağımıza emin olduğum sizin, ayaklarınızı çıkarıp, yemyeşil kırlarda koşmanın ya da kurtarılacak bir ülke uğruna kurşuna dizilmenin dayanılmaz hazzını arayacağınız yerde, değerli zamanınızı ayırıp bizleri dinlemeye geldiğiniz için teşekkür ediyorum.

İnsan böyle bir günde ne yapar, diyordum ya, aklıma Ataşehir belediyesinin bu salona adını verme değer bilirliğini gösterdiği Cemal Süreya geliyordu ilk. Yüzünde hınzır bir gülümseyişle, hayatı bütün badireleriyle yaşamış, yaşadığından kendini oldurmuş, özümsemiş, anlamış ve hakkını vermeye kararlı çapkın bir şair geliyordu. Yok canım, o kadar değil, düşündüğünüz kadar değil;

“kasığından öptüm seni,” demiyordu şair, aklım o denli cesarete dayanamazsın, diyordu demek. Daha ince, daha edebi, daha örtülü, imgeyle,çağrıştırdıklarıyla daha zengin, insanın en büyük macerasını katman katman anlatanbir dizeyle geliyordu:

“ Önce öp sonra doğur beni,” diyordu.
Bu dizede sadece aşkı, erotizmi, arzuyu, şehveti en incesinden tanımlamayı değil, azıcık derinine düşünen bir okursanız Süreya’nın ciltler tutacak bütün macerasını bulurdunuz. Elbette yüreğimi uyandıran, büyük arzulu, ateşli, insan yanını yani erotizmini hiç inkâr etmeyen sahici bir aşkı görüyorum ilk olarak… Ne var ki bunun yanında yüzyılın başında daha çok küçükken ait olduğu kültürden,coğrafyasından, Pülümür’den koparılıp Bilecik’e göçe zorlanan Sunni bir kültür de var olmaya çalışan Alevi bir çocuğun, ateşin ortasına hiç hazırlıksız düşen yemyeşil bir filizin, zeki, çok hisseden, o günün koşullarında ender bulunan dil bilen, eğitimli, bilinçli bir şaire dönüşünü ve tüm bu süreçte hissettiği ezici kimsesizliğini ve bitmeyen bir kimse arayışını da çok derin hissediyorum sözcüklerin gizeminde. AŞK zaten yaratılışın genlerimize kazıdığı en güçlüsünden hayvansal basit bir gereksinme olmasının yanında, ruhuna uyacak KİMSE arayışı değil midir? Biri bedensel biri ruhsal bu iki vazgeçilmez, onu evrenin en büyük, en güçlü uğruna ölümlere gidilen ve de hoş görülen, adına destanlar yazılan sevimli günahı yaratmaz mı?
Ve bunu yapabilen,tek dizede insanın bütün öyküsünü anlatmayı başaran edebiyat değil miydi?

Bukovski’yi uyandırıp işte edebiyat bu, senin yazdığın pornografik et gerçeği değil, demeli anlayan birileri. Edebiyat bu, sanat da… İmgeyle, eğretileme mecaz ve adaktarmalarıyla ciltlerce kitabın yapamadığını, onlarca eğitmenin anlatamadığını, koca bir hayatın öğretemediğini bir dizeyle yüreği olan herkese, ama herkese tanımlama işi.

“Tek yol devrim!,”“ Faşizme geçit yok!..” söylemleri de elbette etkileyici. Anlamak için üstün bir zekâ ve radar gibi hisseden yüreğiniz olmasına ve oturup kafa yormanıza da gerek yok, saflarına çağıran sloganlar bunlar. Paylaştığınızsa kalkıp saflarına katılasınız gelir. Sizi yaşama direk müdahale etmeye, hayatınızın kontrolünü elinize almaya çağıran siyasettir o. “Bu mahalle solculara mezar olacak…” da bunlardan biridir ama. Tartışmayan, buyuran, aitseniz, sizin yerinize de düşünen siyasetin gerçeği böyle değil midir, karşıtlarıyla dişediş savaşmak için vardır o. Bir iktidar mücadelesi… Basitlersek pastadan pay kapma savaşı… Bu mücadele, eylemine taraftar kazanmak, anlayışını geniş kitlelere yaymak içinsanatın kabul gören güzel kılıfını kullanmayı elbette düşünecektir. Gorki’nin devlet buyruğuyla oluşturduğu edebiyat ya da Tanzimat Döneminin gerçekte olmayan edebiyatı bu bağlamda örnek olarak düşünülebilir. Bir kuram olarak gerçekten alkışlanacak ve paylaşılacak bir doğrunun aracı olması değildir kötü olan. Taraftarsak hoşumuza gitse de Adorna’nın da, Satre’nin dediği gibi siyasal yanlışları içeren biçimler ebedi olan sanatı bozacaktır. Özgür ve kendine özgü insan düşüncesinin ve hayal gücünün bir “büyükbiraderce” yönetimi demektir sanata giydirilecek ideoloji. Bütün siyasetleri üreten insansa eğer, ancak donanımlı ve özgür düşünebilen insanın koşullarına göre sağlıklı yeni siyasetler üreteceğini biliyorsak; kuşkusuz uzun sürse de bir gün bitecek bir siyasete insanı koşullandıracak bir sanata, özgür düşünmeyi ve hayal gücünü kurban etmek… yeniden düşünülmesi gereken bir eylem değil mi?

Ebedi olan sadece insan. Montaigne’nin dediği gibi her şey olabilen insan… Bazen faşist bazen komünist, bazen bir aristokrat, bazen bir arka mahalle dilberi,bazense yoz bir genelev fahişesi, bazen Kürt, bazen Türk, bazen Müslüman, bazenMusevi … olabilen insan bu… Tektipleştirmenin tek bir insana bileuygulanamayacağının en iyi örneği gün yirmidört saatti birbirine uymayan bizken milyarları tektipleştirmek nasıl olacak ki?
Lucas, Picasso’yu iç savaşı anlatan Guernica’yı yaptığında artık avangart olmaktan çıktı diyerek toplumcu sanatçılar arasına dahil etmişti. Bence ondan asıl otuz yıl önce yaptığı fahişe kızları anlattığı Avignonlu Kızlar tablosuyla Picasso insanın yanında savaşan bir sanatçı olarak tarihe geçmişti bile.

İşte edebiyatve sanat. Elbet özetle ve elbette o denli basit değil. Çünkü bozuk bir siyasetin kurbanlarından biri de yazardır, seyirci mi kalacak hep kutsal sanat bozulmasın, diyerek. Üçüncü bir yol da olmalı;

“Akın var, güneşe akın
Güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın…”
bu devrimci bir tezi konu alan bir sanatsal anlatı örneği. Muhteşem değil mi? İşaret ettiği siyaset tam yüreğinizden yakalıyor, sarıyor, o lirik romantik ütopyanın bir parçası olmak istiyorsunuz. Ama bu mutlaka odur, diyemezsiniz, mahkemeye verilseniz inkar bile edebilirsiniz, değildir diye. sezdiriyor size. Gerisi size kalmış, siz bulun neyi işaret ettiğini, yerine ne koyacağınızı… İşte sanatsal siyaset belki bu… Kişiyi zenginleştiren, hissettiren, özgür düşünmeye itendir, siyaseti konu, tez olarak alan sanat.

Vatan haini sayılarak kovulan şairimiz Nazım’ın yaptığı da bu, zararlı bulunarak derin devletçe öldürülen Sabahattin Ali’nin de yazdığı da. Kimin kime oy verdiğine bakılıyor, kişisel siyasî söylediklerini ya da yakıştırılanları bırakın bir yana, bizi ilgilendiren, üzerinde durduğumuz edebi yapıtları, değil mi? Gösterin,hangisinde kaba, ham siyaset vardır. Güncel siyasete yaslanan bir sanatın bugüne ulaşması mümkün mü? Karl Heinrich Marx’ı, doktrinini isim olarak bilen, haberdar olan, belki uğrunda anlamadan ölen, ama kitabından,yazısından habersiz çok insan, Nazım’ı, Sebahattin Ali’yi ezbere bilir, aşkla okur, dün onu unutturmaya uğraşanların bugüne uzananlarının düşüncelerini desteklemek için onun şiirinden destek almaları gibi. Çünkü onların yazdığında ayırmadan her insanın özlemleri, hevesleri, dünyası vardır.

Oysa yapıtın kalıcı olması, geniş kitlelere ulaşması, para etmesi için sanatçının siyaseti de elinde tutan egemen güçlerle istemese de bir "duygusal bağı(!) vardır. Saray olmasa Divan Edebiyatı olur muydu? Padişaha kafa tutan bir Divan Edebiyatı şairi ya da öyle bir Fuzuli, Nedim... düşünün...ne kadar fuzuli kalırlardı onu da...

Aslında tarihine, hatta mantığına baksanız sanatın siyasetle çatışması olanaksız gibi görünüyor. Çünkü sanatın alıcısı olan egemen sınıfı yaratandır siyaset…Rafael ya da Miçhel Ancel o kiliseyle çatışsaydı bugün adları anılmaz, yapıtları bir yerlerde okunmazdı bile. Picasso Burjuvanın sanat tüccarlarından onay görmeseydi ne olurdu acaba. Burjuva, resmin,heykelin tek örnek yapıtlarını ticarî olarak görmese hiçbiri yaşamazdı.

Yazarlar biraz daha şanslı, çünkü yapıtları tek örnek kalmıyor, çoğaltılıyor. Yine de Zola siyasetle çatıştı diye yaşadıklarını biliyoruz. Ülkesinden kaçmak zorunda kalmıştır. İspanya iç savaşında sürgüne gönderilenlerin, ölenlerin başında yazarlar, şairler gelecektir. Yukarıda örneklediğimiz Nazım Hikmet, SabahattinAli bizim bilinen gerçeğimiz. Ve neüzücü ki bunların gerçekleştiği dönemlerde belli: CHP’nin tek parti iktidarı dönemi. Milli Şef halinden, aradan geçen zamanda solun ülke temsilcisine dönen CHP geçmişi sahiplenirken bunları da sahiplendiğini bir daha düşünmeli. Belki bir özeleştiri çok işe yarar, körelen kanalları açar. 

Tanzimat Edebiyatı dediğimiz aslında siyasete karşı savaş açmış bir belgelikler bütünüdür, edebiyat değildir. Siyasî anlamda çok değerli olan bu özenti ve taklit dönemin sanatsal hiçbir değeri yoktur, diye düşünürüm. O yüzden de ders kitabında bile güçlükle okunur, ne derseniz deyin DİVAN EDEBİYATI öyle midir ama. Onunu siyasetle bir işi olmamış ki,güzeli üretip padişahtan kesesini almaya bakmış. Bilinç düzeyiniz arttığında ise Tanzimat denilenin batı uluslarının dayatmasıyla oluşan bir form olduğunu düşününce bu edebiyat beni rahatsız bile eder. Her ne kadar padişahın yetkilerini budama,özgürlükler geliştirme anlayışı taşısa da sonuçta ortaya çıkan formül, azınlıkların türlü imtiyazları ve bölünmeye dörtnal giden bir ülkenin temel harcı olacaktır ve sanatçı bu yıkıma destek verecektir.


İlerleyen dönemlerde siyaset sanatta bu tür özgürlükleri sınırlamaya başlayınca sanatçı, kahramanlığı bırakacak, çark edecek sanatta sanat söylemi gelişecek, bugün de tartışılan konunun da bizde temeli atılacaktır. Bu arada riski alan Tevfik Fikret, muhalif bir siyaseti izlemeyi sürdürecek,edebiyata yaptığı katkılarla da kalıcı olacaktır. Hadi ötekileri, dergilerinin kapatılmasına neden olacak yazıları kaleme alan Hüseyin Cahit Yalçın dışında kalanları anımsayın bakalım. Ulusal Kurtuluş Savaşı elbette yarattığı heyecanla sanatçının da önemlisi olacak, genç Cumhuriyetin ayakta kalma mücadelesinde yanında yer alacak kalemiyle ve ödülünü de alacak, çoğu milletvekilliğine seçilecek, tez zamanda. Haklı mıdır, elbette haklıdır, yeni bir devlete sanatçı da destek vermelidir,ama sanatı kurban ederek değil herhalde. Sonuç olarak her çarpık davranışın tanımlamasında kolay sıfat olan “köylü” yü keşfeden, Yakup Kadri dışında kimse kalmayacaktır anımsanan. 

Bunu sırası gelmişken işaretlemeli, siyasete bulaşmanın bir güzelliği de var, her sanatçının bildiği: Cami duvarına işeyeni kimse unutmuyor.

Bu küçük örneklemelerden bile anlaşılır ki siyasete kul olmayan bir sanat söylemi aslında riski göze alan devrimci bir söylemdir. Topu tüfeği, yargı gücü,yürütme organları, askeri polisi olmayan yazarın bunu sözcüklerle yapması nasıl mümkün olacaktır? Belki de o yüzden siyaset ayrı bir yapılanma ve organizasyondur.

Kim ne derse desin, insanın siyasetten soyutlanması zaten olanaksızdır. Yazar da birey olarak yaşayacağı hayatı belirleyecek seçimleri yapmak, uğruna mücadele etmek hatta savaşmak hakkına sahip olacaktır, kuşkusuz. Ne var ki yazar, sanatçı olarak sıra insandan başka bir yerdedir. Bir tür kanaat önderi rolüne soyunan yazar egemen siyasetle uzlaştıkça, sanatın doğasını bozmakla kalmayacak dar bir alana da hapsolacaktır. Oysa sanatçı hayata müdahale eden, ezberi bozan,olması gerekeni hayal edip önerendir.

Roman için söylenir yolda gezdirilen aynadır, elbette. Ama kalıcılık gücünü,evrenselliğini o aynaya yansıttığı görüntüye kattıkları, okura hissettikleriyle kazanır Yoksa yaratıcı yazına hiç gereksinme olmaz, dünün vak'anüvisleri bugünün gazeteleri, medyası bunu bizden iyi yapardı.

Bence sanatçıya yakışan herhâlde insandan yana sisteme muhalif ve sorgulayan bir duruş kazanmak insana daha güzel yarınları işaret eden ütopyalar üretmektir. Bu nedenle de sanatçı kendi inandığı siyaseti de olsa, onu bir konu olarak almalı,ama yapıtına amaç olarak yansıtmamalı, sanatın kendi siyasetine sadık kalarak hep eleştirel yaklaşmalıdır.

Çünkü İNSANın mümkündür, ama sanat yapıtının KEŞKEsi herhâlde yoktur.

Etkinliğimize emek veren, gününü ayırıp gelen herkese maviADA adına teşekkürlerimizle…

Şenol Yazıcı,28 Nisan, 2013 , İstanbul, ATAŞEHİR

bottom of page