top of page

Şenol Yazıcı

 

Yüreğinizi Geri Alın

Kendinizi Yaratın

 

 

Şimdi gün cemre.

Zemherinin, yani, o büyük zulmün, bir kardelene yenilme günüdür; adı bahardır  ve tam yeniden başlama zamanıdır.

 

Beklesin kurtarılacak ülkeler, uğruna ölüme atılacağımız beyaz eldivenler öylece dursun. Yüreğimizi geri alsak ilk, önce onu kurtarsak...

Önce bir ayna büyütsek içimizde, bizi bize çıplak gösteren bir ayna. Dayanabilir miyiz, gördüğümüze?

 

Hadi yazın.

 

Yazmak, durmadan yazmak, güçlü bir anlatım için kuşkusuz temel koşul.  Ama yazmak, başkalarına anlatmaktan, yani öğretmekten öte, asıl yazanına yönelik iyi bir öğretmendir.

Özenli yazma gayretleri sonunda dil güzelleşir. Beyninizin ince kıvrımlarında yerleşmiş, ama kullanılmadığından farkına bile varmadığınız pek çok düşünceyi Amerika’yı keşfetmekten daha heyecanlı bir macerayla bulur, kendinizi tanırsınız. Bir atom profesörüyle boy ölçüşmeyecekseniz,  konunuz yaşamsa, gerçekte başka insanların bildiklerinin sizden pek de fazla olmadığını, sadece var olan yetilerinizin, gizemlerinizin bilincine varamadığınızı anlarsınız. Bu da özgüveni artırır.

Kendinizi istenmeyen bir sokak kedisi gibi duyumsarken, birden  yüreğinizin bir yanının bir W. Wolf ya da Picasso ya da Bach olduğunu anlamak yeterince vurucu değil midir?

 

Kimse ilah değildir artık ya da siz ilahlardan birisiniz. Sadece, doğru yerde, doğru zamanda olamamışsınız, bu güne değin. Hep aynı enlemlerde dolaşmaktan göğünüzün katlarını fark edememiş olabilirsiniz.  Ama her şeyin bir ilki vardır.

 

Bu günden başlayın, başkalarının dayattıklarını mı, yoksa kendi seçiminizi mi yaşadığınızı anlamak için bu gün tam zamanı, yazmaya başlayın. Günce tutmak bilinen en iyi yollardan biri, en kolayı da. Ne yazacağım sıkıntısı en aza iner. Nefes alıp vermek bile yaşamak değil midir? Anlatacak bir öykü değil midir? Yaşamınıza tutacağınız bu küçük ayna ve ulaşacağınız çizgi, şaşırtacaktır sizi. İnanabilirsiniz. Birçok şey kısa süre sonra akıl almaz derece de basit, uyduruk dayanılmaz gelecektir. Birileri yaşıyor, moda diye nelerin peşinde koştuğunuzu kendi yazdıklarınızda gözleyip, size uyan yaşam tarzının ne olduğunu daha çok sorgulayacak, çevrenizde ne çok uydurma tanrı olduğunu ayırt edip şaşıracaksınız, eminim. Ya da hiç yakınmadan, neden saman çiğner gibi yaşam, neden tüm yaptıklarımdan erinçsiz oluyorum, diye sormadan, hiçbir zaman özgüven kazanmadan tüketin ömrünüzü. Seçim kuşkusuz sizin. Yanlış ya da doğru yaşadığınız her şeyin sizin seçiminiz olması daha bir önemli. Başkalarının istediğini yaşamak en zoru olsa gerek. Biri dayatıyor diye sevmek, biri ister diye gülmek, uymayana katlanmak; dahası gün olup bunları kendi ilkenizmiş gibi savunmaya durmak en kötüsü değil mi? Birilerinin istediğini yaşamak; zaman zaman kaçınılmaz, insan yapısına uygun bir tür kolaycılık, yatkınlık olsa da, kimi alanlarda kendi cephelerinizi açamaz mısınız? İlk adımı attığınızda, ilk cephenizi yarattığınızda, siz bir sanatçısınız. Çünkü sanat yaratmaktır. Andre Malraux; sanatçı, dünyayı yansıtan kişi değil, dünyaya rakip kişidir, der. Siz de yaşamın sıra gidişine karşı koyup özel bir an, özel bir akış yarattığınızda farkına varılmayan olağanüstü bir kahramanlığa adım attınız demektir. Sizi kul yapanların ya da yaşamın da korktuğu budur. Belki de, sizin de korktuğunuz.  Haklısınız. Farklı olup sıra bir yaşamı yaşamak daha bir korkunçtur. Varsayın ki, siz mahallenin bakkalısınız ve Mozart’ın dehasına sahipsiniz; keman sizin elinizde bülbül olup şakıyor: Sadece komik olursunuz ve işte o zaman çatlarsınız. Ya değiştirir ya çatlarsınız.

 

Katı doktrinlerin, inançların sanatı sevmeyişinin altında bu yatıyor olsa gerek. Keskin kuralları olan bir öğreti, insanı inancın sürüsü yapma derdindedir. Kilitlendiği amaca ulaşmak için takınması gereken tavır da bu olsa gerek. Çoğu kez bunda toplum yararı da görülebilir. Öyle ya, kendini denetleyebilen, bir başına bırakılmaya gelen insan da çok fazla değil. İyi de, toplumun yararı uğruna herkesi ortak standartlarda saymak, esnemeyecek kalıplara yerleştirmek; bireye saygı duymamak değil de nedir?

Bir yönlü istemleri uyuyorsa da, diğer yönlü katlanmak zorunda kalmayacak mı kişi? İstemediğin sevgiliye katlan, istemediğin yaşama, istemediğin partiye... Toplumculuk oynamanın gereği, ideolojilerin ya da inançların zoruyla birey haklarını yitirenlerden söz etmeme gerek var mı? Sokrat’ı çoğunluk adına ölüme mahkûm edenler mi haklıydı sizce? Ve siz, Sokrat değilsiniz, sadece yaşama alanlarını korumaya çalışan sıra bir insansınız. Kimse, beş yıl sonra adınızı bile anmaz.

 

O zaman, sizi hesaba katmayan yapılanmaya başlangıçta, hayır, diyebilmek için kendinizi tanıyın.

Kalabalıkların ve çoklukların her zaman haklı olduğunu sanmıyorsunuz değil mi? Devir, herkesin gözünün kör olduğu yerde sen de gözünü kör et, olmasa gerektir. İnsana yakışan, doğru olanı görmek, apaydınlık görmek ve gördüğünü anlatabilmektir. Sağlıklı toplumun temel ilkesi de, binlerce kişinin arasında salt bir kişi görüyorsa, oturup gözüne mil çekmek yerine, onun gördüğünü paylaşmak olmalıdır. Şeyh Bedrettin’i alkışlarken iyi de, siz acaba kaç Bedrettin’in yok oluşuna alkış tutuyorsunuz, hiç düşündünüz mü? Belki de Galile’nin, Dekart’ın insanlığı bin yıl ötelere sıçratan düşüncelerinin, İskender’e , ”Gölge etme başka ihsan istemem,” diyen yürekli filozofun onurunun bir bölümü de sizdedir de, farkında değilsiniz. Filmlerde ağlayıp alkışlamak, mezar taşlarından kahramanlar yaratmak yerine, beynimizi karıştırıp içinizdeki devi uyandırmanın zamanı değil mi? Neden, artık paslanmaya yüz tutan üçüncü kanadınızı açıp, yukarılardan bir yerden tüm insanlığı içinizde duyumsayarak, bir benden öte bin ben, olarak bakmıyorsunuz dünyaya? O zaman ne denli güzel olacağınızı biliyor musunuz? Ne kadar özel?..

Hadi yazın.

Bütün yapılacak; kendinizi keşfetmek. Beyninizin kıvrımları arasında ellerinizi dolaştırıp insanlığın binlerce yıllık deneyimlerinin birikimini yakalamak , açığa çıkarmak ve yansıtmak yaşama. Okumak, en büyük kitap olan kendinizi. Böylece aydınlık yüzünüz kendi kimliğiniz, özgüveninizle olağanüstü bir insan olarak dikildiğinizde ayaklarınız üstünde, sizi kimse kullanamaz artık. Hiç kimse. Bu da zor değil. Bugünden başlayın. İşe gitmek için bindiğiniz araçtan, yolunuza çıkan çiçek çiçek kiraz dalına değin anlatmaya başlayın yaşamınızı.

Hadi yazın.

Biten aşkları, ölecek gibi olmaları yazın. Göreceksiniz kusursuz kişiler, sevdalar yok insan yaşamında, olmamış. Olsa ihanet su gibi vazgeçilmez olur muydu? Bir bakın yazdıklarınıza, geçmişinize. Siz kaç kez denediniz ihaneti? Hep kusursuz ilişkilerden, öpüşen yüreklerden dem vurup kimsenin üstüne düşeni yapmadığını göreceksiniz. En sevdiğinizi, en önemlisini en çok kırdığınızı fark edeceksiniz. Bir araba almak için düşündüğünüz, uğraştığınız kadar evliliğinizi kurarken düşündünüz mü? Yazsaydınız bir kenara, görürdünüz şimdi. Boşluklarda dolaşırken bir ömür harcadığınız uyduruk insanları gördünüz mü, anlatmış mıydınız? O zaman bugün başlayın. Dün kutsal sayılan bugün beş para etmeyen görkemli söylemler adına yitip gitmiş arkadaşları, inandıklarını bir kalemde yadsıyan, kendi yanlışlarını örtmek için size kara çalanları anlatın. Boynunuza sarılıp öperken ezberlediği sevda türkülerini söyleyen, sırtınızı döndüğünüzde bir başkasına aynını yineleyenlere harcadığınız güzelim duygularınızı anlatın. Öpücüklerinizle prens, prenses yaptığınız, sonra da taptığınız insanların öykülerin bitiminde bir kurbağa bile olmayı beceremeyişlerini anlatın.  Sınanmış insanların kahramanlığını, sınanmamış kahramanların acınacak zavallılığını anlatın. Ayırtına varmadığınız, denk geldiğinizde sizi gülümseten, insanmış bu, Tanrı razı olsun, dedirtenleri de, insan olmaktan mutsuz kılanları da anlatın. Çürümelerden söz edip çürüyecek hiçbir şeyi kalmayanları yazın. Bakın, neler bildiğinize kendiniz de şaşacaksınız. Yeter ki, kendinizle konuşmaya başlayın.

Hadi yazın.

Neyin yanlış neyin doğru olduğunu hiç kimse, hele hele ”kendi bahçesinde dal olamayıp sizin bahçenizde ağaçlık taslayanlar” anlatmasınlar size, siz bulun. Önemli değil, on yıl sonra bulun, otuz yıl sonra bulun. Hiç bulmadan ölenlerin sayısına şaşarsınız. Bulun ve duyurun yere göğe: Bu yaşam benim, ben yarattım, dişimle tırnağımla, peki, siz kimsiniz,  hiç emek vermeden boynuma tasma vurmaya uğraşanlar, diye bir sorun.

Bırakın kurtaracağınız ülkeler biraz daha beklesin. Bırakın uğruna ölüme gideceğiniz beyaz eldivenler öylece dursun. Değmediklerini fark etmeniz biraz daha geçe kalsın. Önce yüreğinizi geri alın. Önce onu kurtarın. Bırakın buzdolabınız, yatınız katınız, bilmem ne marka arabanız olmasın. Yaşlandıkça makyaja gereksinmemiz artması gibi, eksildikçe insani değerlerimiz bunlara da ilgimiz artmıyor mu?

Hadi eksilen yanlarınızı anlatın.

Bırakın dursun, dursun zaman. Gözlerinde siz varmışsınız gibi öyle bakın, insanlara. Bakın, içlerindeki çocuğu görün. En güçlü duranların, en büyük sahtekarlar olduğunu fark edeceksiniz.  Onlar sizden biri. Tutun o çocuğun elinden. Dokunun ona. Göğsünüze çekin bastırın. Yüksekten düşüyormuşsunuz gibi, sanki karşı konulmaz bir deniz tutmasının başındaymışsınız gibi içiniz kalksın. Tıpkı sizin gibi değil mi? Belki bin yıldır sığınacak yeri olmadı onun da.

Hadi görün yazdığınızdan. Karşılaştırın dünkü ve bugünkü sizi. Hiçbir acınız ilk değildir aslında. Hiçbir aşk sonsuza değin yaşamayı beceremez. Hiçbir sevda ölümsüz değildir. Bunu bin kez yaşadınız, hep öleceğinizi sandınız, yenisine dek. O zaman, kendi seçimini doğru yaşamak değil midir, as’olan? Keşke, bir de hep doğru olanları seçme şansımız olsa. Olsun,  yaşamda her şey ölümlüyse  hatalarda ölür, unutulur. Bir ölümsüz  olan insan onurudur. Ve insan onurlu doğmaz, onurlu olmayı öğrenir.

 

O zaman  önce kendin ol. Kendine karşı olanı yarat, içinde devrimini yap, yüreğini geri al ve kendini yarat yeniden.

 

En zoru bu mu dersin? Belki bu yüzden kendini anlatmak onca zordur.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

bottom of page