top of page

Edebiyatta Tekelleşme

Şenol Yazıcı

Anamalcı Düzene, Yayın Tekellerine ve Edebiyat Ağalarına Karşı Kimsesiz Yazar Ne yapar?

 

-İstanbul 2009 Tüyap Konuşması-

 

Şenol YAZICI

 

KORSAN KİTAP MI YAZSAM?

 

Tek bir  soru, üstüne bir kütüphane dolusu kitap yazılabilecek konumuzu anlatmaya yetebilir aslında:

 

Marx’ın,  Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında yazdığı, Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için,  deyişi isabetsiz bir varsayım mıydı? Anamalcı düzenin simgesi, hesap özeti, işletim, ayakbastı parası... dahil düzenin garip "meşruiyetini" arkasına alıp  en haramice yöntemlerle  bizi tırtıklayan  bir banka yayıncılıkta ne arıyor olabilir dersiniz? 

 

Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları, serbest rekabeti ve fırsat eşitliğini yok etmesi nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor. Ne var ki olmadığı ülke, yer, alan yok.

 

Kapitalist düzenin bir üretimi, belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması olan tekel, hemen her alanda; ekonomi, siyaset, kültür, ahlâk da içinde… Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, salt para, kazanç ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme…

 

Tekelleri ilk ciddi algıladığımda üniversitedeydim.  Dünyanın en kötü sigaralarını içirirdi bize tütün inhisarı, sanki başkası mümkün değilmiş gibi. Kaçak giren Malboralar, Kentler inanılmaz fiyatlarla, vaat edilmiş ama ulaşması zor bir ülke gibi dururdu. Bir yoluyla araya girmeye çalışan bireysel girişimcileri yıldırıcı cezalar beklerdi. Yaşamasını borçlu olduğu insanını bu denli hiçleyen, kul gören tekelimiz kadar somut bir düzenek anımsamıyorum. Salt bu değil, düşünce tekelini de tanımam,algılamam o zamandır. Gençtik, ayaklarını denetleyemediğimiz bir merdivene çıkmış, gökyüzüne bir avize takmaya çalışıyorduk, ama hiç çiçek açmayan baharlara dönmüştük, öyle karamsardık.   Birbirimize benzeyen aynalar gibiydik,  ne kadar doğru dediğimizi ölçemeden, konuşuyor, hep birlikte ezberimizi haykırıyor, kendi sesimizin sihrinde daha da umutsuz düşüncelere boğulmuş, bir intihar yürüyüşünde başkaldırıyorduk.  Sistemin ürettiği, donattığı karşı tekelse avantajını iyi kullanıyor, bizi tek tek, sözcüğün tam anlamıyla katlediyordu, ama durum farklı değildi, o da esirdi. Büyük idealler masalıyla bir bölümümüzü katil, bir bölümümüzü maktül rolüne uygun görmüştü egemen siyaset. Asla sorgulamıyor, insiyatif kullanmıyorduk. Siyasî tekel ruhumuzu da bedenimizi de ölümüne esir almıştı.

 

Tekel, kapitalist düzenin bir üretimi belki de insanın engellenemeyen açgözlülüğünün demokrasiyi bile delik deşik eden yansıması.  Önce kendi düşmanlarını yaratan, birilerini ötekileştiren, güçsüzleri teker teker emip yok eden, ardından salt para, kar ve iktidar imansızlığıyla çalışan bir örgütlenme… Ne garip ki, bu da demokrasiye uyum sağlayan vahşî kapitalizmin bir sonucu.

Temel anlamıyla Türkçe ve ekonomik bir terim olan tekel, kişi ve kuruluşun bir alanda kazandığı büyük güç anlamına geliyor. Bazen devletin korunma, kazanç ve vergi için uygulaması olurken bazen de bir kişinin ötekileri yok ederek oluşturduğu bir tiranlığa dönüşebiliyor. Günümüzde hemen her alanda, her kişi ya da kuruluşça uygulanabiliyor. Siyasî ya da düşünsel tabanda da gelişebiliyor. Temel amacı her zaman para olsa da sunumu ve iktidarı yönünden çok farklılıklar gösterebilen tekelleşme, çoğu ülkede uygulamaları nedeniyle yasal ve etik bulunmuyor.

 

İkinci dünya savaşı sonrasında siyasî düzen, düşünce ve biçimlerin kaynağı, çerçevesi demokrasi olmuştur. Gelişen büyük teknoloji onu evrenin her yerine çiçek tozları gibi dağıtıyor. Bu her ne kadar insanlığın yararına, mutlak yönetimlerin sonunu yaklaştıran olmuşsa da, demokrasiyi bir zafiyet gören özellikle az gelişmiş ülkelerde hemen her kuruluş, siyasî tekelleşme için yani kendi çizgisinin mutlakıyetçi bir biçime dönüşmesi için mücadele eder oldu. Bazen sistem ve iktidar da bu kavganın yanında yer alabiliyor. Demokrasi kendi tıkanmasını yaratıyor. Kendi tiranlarını, dukalarını… Siyasette tekelleşme, işlerliği oldukça anlamlı olan tüm politik kurumları geri çekilmeye zorlayarak toplumun nefes alma özgürlüğünü yok ediyor. Kimi ülkelerde siyasi tekelleşmenin, iktidarı da yanına alıp, geniş kitleleri sürülere çevirdiği, seçim mekanizmasını da işlevsizleştirdiği çok görülen örneklerden.

 

Tabi ki tekelleşme insanlığın yararına çalışan bir peygamberlik değildir.  Serbest rekabeti yok edip para kazanmak ana amacıdır. Güçlendiği toplumlarda,  etik değerlerin de hızlı bir değişime uğradığını görüyoruz.  Ekonomi, siyaset medya üçlemesinde başladığında toplumsal değerler, belirgin bir kan zehirlenmesinde erirken, düşünceye, sanata, yazına sıçrayınca artık poetika birilerinin istediği, dayattığına dönüşüyor ve gerçek çürüme başlıyor. Günümüz tekelleri çıkarcı yapısını, insanlık yararına bir inan gibi sunmayı, insanı piyon yapmayı iyi biliyor. Yaygın iletişim ortamında ağır reklâm bombardımanına uğrayan bilinçsiz birey karşı koyma yeteneğini yitirip piyona dönüşüyor. Artık teflon tava kullanmayan uygar değildir, onun önerdiği partiye destek vermeyen vatan hainidir, mercimek yemeyen gelişemez…    O aşamadan sonra onun dediği yazıyı okur, onun önerdiği kitabı satın alır, onun ideallerini savunur olursunuz. Altyapısız birey hızla değişir. Dünkü toplumcu, bugünün post modernisti kesilir, dünkü solcu, bugünün sağcısı,  bugünün solcusu, yarının sermaye bekçisi olur. Kurgusunu, kitabını birilerinin hazırladığı ve sizin de ezberlediğiniz yeni bir dininiz vardır. Ne kadar ümmet olduğunuz kimsenin umurunda değildir, ama cüzdanınızı onların emrine vermeniz çok anlamlıdır. Yani siz artık güçlü bir dine sırtınızı dayadınız ve herkessiniz. Herkes olmak o kadar rahattır. Bu yeni tip aitlikte görünmeyen eşkıyalarca soyulurken kendinizi mutlu bile hissedebilirsiniz.

 

Günümüzde yaygınlaşan salt demokrasi olmadı. Kapitalizm dünyayı örümcek ağı gibi sarıyor,  yeni pazarlar, satılabilecek yeni ürünler arıyor. Artık büyük ülkelerin gelişmiş kentlerinde, fabrikalarında sanayisinde ve işçinin alın terinde çıkarlarını aramakla yetinmiyor. Onu para kazanmak uğruna kutupları kirletirken, uzayda ozan tabakasını delerken, dünyayı zehirlerken görebileceğimiz gibi, hiç akla gelmeyen bir kavramı, hatta somut olmayan her şeyi metalaştırarak satarken de görüyoruz. Kısaca her şey artık ticarete konu.. Bu paranın tanrılaştırıldığı, çürümenin evrenselleştirildiği bir dönem. İnançlar, sevgiler, acılar, dostluklar, sanat da pazarda… Anneler gününde bir büyük mağazayı ziyaret ediyorsanız sevginiz kanıtlanıyor. Edebiyat bunların içinde en anlamlısı. Çünkü edebiyatın ikna etme, inanç, kavim oluşturma özelliği var. Yazarların bu yeni görevde kabullendikleri rol de sarsıcı.  Hangi tekel daha çok kazanır da beni de yanına alır, aklıyla insanlığa ve onun kültürüne ihanet edilmektedir. Oysa herkes bilir ki, her işin olmazsa olmazları vardır. Hele edebiyatın, yazının,  sözün…

 

Bir bakın etrafınıza, çürümenin her türlüsü görülebilir. Para için utanma duygumuzu yitirdik, bu insanlığımızın da kaybıdır. Televizyonda, birilerini gözetleyenler, çiftlik evlerine doluşanlar, toplum önünde çiftleşmeye çalışanlar, yok pop, yok yıldız bilmem ne yarışması… toplumsal çürümüşlüğü perçinlerken, sanatçı olduğunu iddia eden kimileri de, bu programlarda sunucu, jüri üyesi, konuk oluyor gönül rahatlığıyla. Tekelci burjuvazi ile boyalı iletişim araçları birleşmiştir. Oysa basın - medya dediğimiz haber alma özgürlüğümüz, insani olmayanı ortaya koyandır. Bu da muhalifliği getirir. Ama bizde basın ve medya, burjuvazinin tekelindedir. İnsanî değerlere saygılı bir basına ve medyaya gereksinmemiz önceliğimizdir. Tarafsız kitle iletişim araçlarının özgürlüğünü desteklemek gerekmektedir. Bize benzemeyen boyalı basın ve iletişim araçlarıyla sesimizi, ürünümüzü, sanatımızı duyurma şansımız yoktur. Karnımızın doymayacağı kapılara el açmak yerine yeni, özgün, alternatif duyuru ve tanıtımın koşulları aranmalıdır. Bunlardan biri de, belki de bir tek Türkiye’ye özgü imece dergiler edebiyatçının çıkış kapısı olabilir.

 

Sonunda kapısı paraya açılan ticarî tekelleşmeden kabul görmeyen yazarın vazgeçilmezi olan dergilere önem vermeliyiz. Ticarî bir amacı olmayan, imece yaşayan bu dergilerde de toplumsal ya da insanî hastalıkların bir bölümünü görmek tabi ki kaçınılmaz.  Profesyonel olmayışın zaaflarını, imece yapılanmanın ekonomik açmazlarını kurumlanamayışın çok başlılığını, arka aramanın kuralsızlığını taşısalar da işini en etik yapan özgün girişimler onlar. Varlıkları bizim için bir şans. Onlarda tekelleşme yok mu, var tabi, hem de en keskini. Olması gereken de bu. Çünkü her dergi bir anlayış, kendine özgü iktidar gayreti, bir gelenek oluşturma niyetidir, bunlar yoksa neden çıksın ticarî hesabı olmayan bir dergi? Her dergide kendilerine özgü tekelleşme gayretleri, en büyük benim havaları, biz olmazsak dünya dönmez tarzı, edebiyatı biz kurtardık egosu olsa da, arkasız yazarın sığınabileceği bize özgü bir liman gibi duruyorlar hala. Başka türlü okura ulaşmak, başardığınla yüzleşmek zor… Tabi bir gazetenin eki bilmem ne kitaba bir sayfa ilân için tonla para  verecek gücünüz varsa sorun değil, oraya yaslanın. Ki bu sadece reklâmdır, gereklidir, ama yazarın ilklerinden olan yazısıyla kabul görmek asla değildir. Bir dergiye gereksinmemiz var, kesin.

 

İnsan doğasının güç ve iktidar düşkünlüğü, yalnız bireyin korunmasızlığı ve güçsüzlüğü çoğu kez aidiyetleri yaratandır. Birlikte daha güçlü olunacağını bilirsiniz, ama daha doğru ve daha özgür olacağınız anlamına gelmiyor bu.

Daha çok üretim, daha çok piyasa, daha çok para… isteği tekeli getiriyor. Aitlik vaat eden tekel çok güçlü bir koruyucu kalkan gibi durmakta. Oysa tekelleşme birliktelik değildir, egemen bir güç ve ona hizmet edenler vardır sadece. Sizi birey olarak hiç hesaba katmayan bir egemenliktir bu.

 

Evrimleşmenin insana en büyük kazanımı bireyin ordusu, surları, kaleleri, topları tüfekleri olmadan ya da İnce Mehmet vari bir aykırılığa düşmeden kendini ifade edebilme yeteneği kazanmasıdır, diye düşünüyorum.

Birey olmak,  tektipleşmeye, sürüdeki herkes olmaya, o sonsuz donmuşluğa, kireçlenmiş ruha bir tavırdır. Süreğen, baskın bir güç ve çıkar birliğinin omurgasını kıran birey olmaktır en önce… Birey olmak demokrasinin son hayalîdir diye düşünürüm. Çünkü renkler ve ülküler bireyden çıkar, geniş yığınlardan değil. Bu idealist düşünceler yaygınlaştıkça, paylaşıldıkça, paydalarında buluşuldukça evrensel güzelliğe yaklaşılır. Nasıl ki küçük işletmeler, serbest piyasa ekonomisi tekelleşmenin acımasız ağzına engelse, bireydir tektip anlayış ve ideoloji tekelini kıran.

Sonuç için kitlelere, başlangıç içinse bireye gereksinme vardır. Bireyin lokomotifliği olmadan tek bir yaprak yeşermez, tek bir gün bile doğmaz. İsa vardı diye Hıristiyanlık, Muhammet vardı diye Müslümanlık vardır. Sokrat vardı diye felsefe, Spartaküs vardı diye başkaldırı vazgeçilmezidir insanın. Sevin ya da sevmeyin, ama kabul etmeli, Atatürk vardır diye, çağdaş Türkiye vardır. 

 

Yazarın ise belki ilk adımı, belki vazgeçilmezidir insanı, bireyi öncelemek. Herkesin peygamberi olmaya soyunmuş yazarın, herkes olmaması gerektiğini düşünürsek…

 

Farklı düşüncelerdir, büyük güce ilk tavır. Donkişot benzeri bir başkaldırı gibi gözükse de gerçekte daha büyük bir ideali yaratma gayretinin, yani bulamadığının yerine, daha evrensel olacağın savladığı bir din üretme gayretinin ilk adımıdır da… Yazar bu çıkışla ayağa kalkarken azgın insan nehrinde ötekilere, en çok da mazlumlara tutunulabilecek bir dal olma savındadır. Yazar, herkes olmaya bildik türküler söylemeye değil, KİMSE olmaya niyetlidir. Kendine sığınana ayrım yapanın kimse olması olanaklı mı? Ayrımcılık, yani düşman yaratma gayreti tekelleşmenin ilk adımıdır.

Tümüyle bir çıkar birlikteliği, ötekilere yaşama hakkı tanımayan bir iktidarı sağlamak, kimi zaman toplumun güçlerini kullanarak kendini meşrulaştıran tekelleşme öteki tekelleri ya da rol sahiplerini zorlayan bir süreçtir de. Bu süreç gerçekleştirilirken en acımasız yöntemler, en etik dışı söylemler kullanıldığı, büyük bir kuralsızlığın egemen olduğu olur. Kimi zaman giderilmesi olanaksız yaralar açarak yerleşmeye çalışan tekelleşme, toplumsal kurumları dönüşümsüz bir biçimde yok edebilir. Şiddeti egemen kılabilir. Şiddetin egemenliği ise demokrasiyi kemirir, bedelini de toplum öder.

Ülkemizi 12 Eylül müdahalesine taşıyan süreci, 12 Eylül ve anayasasını bu yönlü örnek olarak alabiliriz. Medyatik tekelleşme bağlamında ilk özel televizyonun ortaya çıkışı incelenebilir.

 

Bir kuralsızlık içinde gidiyormuşuz gibi dursa da, yazın dünyasının bir ekonomisi var. Başka türlü durmadan kurallarını ve beklentilerini yükselten dağıtım firmaları, irili ufaklı yaşam savaşı veren yayıncılar, karşılarında giderek devleşen, tekelleşen, ürettiği her kültürü vergi iadesi olarak geri alan banka yayıncılığı, şu an içinde bulunduğumuz Tüyap ve benzerleri tarafından düzenlenen kitap fuarları nasıl yaşar, nasıl bir uyumla çalışır? Kuralsızlık biz de çok rastlansa da, ekonomi kuralsızlığı hiç af etmez. Az düşünsek para için yapılmayan / yapılamayacak sanatın, sanatı üretmeyenlerin ekmek kapısı olduğunu görmek zor değil… Kimisinin ise bol kazançlı işi…

Kapitalist düzenin simgesi bir bankanın kitapta ne aradığı olabilir dersiniz, vergi iadelerini saymazsak?  Marx’ın,  Kapitalist ekonominin girdiği her yerde her şey alınıp satılacak bir metaya dönüverir, sözü yanlış mıydı yoksa? Ya da Ernst Fischer’in Sanatın Gerekliliği kitabında  : “Sanat için, sanatın gelişmesi için elverişli bir ortam yaratmaz kapitalizm.. Ortalama bir kapitalist sanata karşı bir gereksinme duyarsa, bu ya özel hayatını süslemek içindir ya da iyi bir yatırım yapmak için.” sözü?..

Kültürün politikası ise bir kültürsüzlük terörü… Basın tekelleri, kimi devlet desteği ile, yayıncılığa, hatta satıcılığa, dağıtımcılığa…  kısaca her alana el attılar. Elerinde bulunan dev medyanın reklam gücüyle dayattıkları kitaplar peynir ekmek gibi satılıyor. Ötekilerin hiç şansı yok. Yaşar KEMAL çağını tamamlamış bir anlatıcı onlara göre, post modernist kim varsa o çağdaş roman yazarı… Yerli donanım yetmeyince uluslararası yayın tekellerinin bayatlamış kitaplarına sarılıyorlar dört el. Kısa sürede liste başı oluyor bastıkları… Bütün kitapçılarda birer 'çok satanlar' köşesi bulunuyor artık. Kaçı okunup bitiriliyor, kaçı adını hak ediyor o ayrı…  Görünen birkaç yıl içinde kitabı yayınlanmamış bir köşe yazarı, öte yandan da birazcık ün kazanmış bütün yazarlara köşe açmayan gazete de kalmayacak gibi. Onlarda, nerden gelirlerse gelsinler,  sermayenin, oku dediğini yinelemekten öte bir şey yapmayacaklar. Uluslararası var oluş

 

Gerçekte belki de işimizin güzel yanlarını görmüyoruz. Benzer koşullarda, öteki sanat dallarından daha şanslı olduğumuz kesin. Yazar satmasa da yazmasını engelleyecek bir güç yok. Beklentimiz para değildi ki zaten, daha çok okunmaktı, o olsa bari.    Kitabı gereğince yapacak, tanıtacak, sonra satacak becerikli bir yayıncı bulabilsek… Bulsak tekelmiş mekelmiş diye hiç bakmayacağız, kapısında yeniçeri olacağız da… nerde? Ne var ki tekeller, yazdığına değil, 60’ların Almanyası gibi, dişine bakıyor, gözüne bakıyor… ünlü değilsen, kim okur seni diyerek,  kitabınızı basmıyor, dağıtmıyor. Bırak kitabımı, dergimi dağıtmıyor, üste para istiyor. 

Ünlü olup da satmayan kim var ki? Eski şarkıcı, politikacı, işadamı, karanlıklar prensi… kim ne bulursa onu yazıyor ve satıyor da… Edebiyat mı? O, Edebiyattan kovulalı çok oldu, bize yeni yeni yansıyor. Bizim tekellerimiz de bize benziyor, kendimiz üretemeyiz, birini kopya edeceğiz, o da Batı olacaktır tabi. Kapitalist edebiyatın başka umarı da yok sanki. Ne gerek var onca betimlemeye, tahlile, edebi karakterlere ve tutarlılıklar derdine… Ne gelirse aklına yaz işte. Yeter ki adın olsun, yeter ki reklâmın yapılsın, bak bakalım satar mı satmaz mı?

Yazarın yazmak dışında ne olur derdi, okura ulaşmak değil mi? Değilmiş. Geçenlerde bir program izledim. Birçok ünlü yazar konuktu, kitap niçin okunmuyor diye tartışıyorlardı. Nasıl olduysa iş korsan kitaba döndü. Bir yoluyla tekelleşme yolundaki yayınevlerine kapağı atmış arkadaşlar kendi alanlarını bırakmış korsan kitabı tartıştılar uzun zaman. Kimse yayın dağıtımın tek ellere geçtiğinden, küçük yayınevlerine ve sıra yazara yer kalmadığından söz etmedi. Korsanın bile onlara yüz vermediğinden söz etmedi. Yazarın bile sahibinin sesi olduğu bir alanda tekelleşmeden ötesi vardır.

Bu işten para kazananlara, kültüre katkın var diye vergi iadesi veren devlet, yazarın bin bir güçlükle yaptığı kitabına güya onu korumak adına denetim pulu için ek para istiyor. : Bir yazar olarak bu biçimde korunmak istemiyorum, devlet gölge etmesin yeter. Sevgili şair Ecevit’imizin giderayak bize iyiliği bu. Önce her yazar boynunda muhasebe defteriyle dolaşsın diye de düşündüler, baktılar olmadı, denetim pulu bulundu; dolaylı vergi…  Bandrolü olmayan kitap korsan kabul ediliyor. Tabi ki korsan kitap etik dışı, tabi ki hırsızlık, bizzat yayınevi tarafından el altından satılanları saymazsak… Hırsızlık da bana ne oluyor? Bilmem ne bankasının, paramı kullansın diye yatırdığım, hesap açtım diye benden kestiği avanta paralarla yaptığı ve sattığı kitapların korsanlığı o bankayla yetkileri bir de korsanları ilgilendirir, beni değil. Bu da düşünce tekeli... Onlar gibi düşünüyorum. Beynimiz günün akşamına kadar iletişim araçlarınca yıkanıyor ya, ezberlediğimizi konuşuyoruz.  Bu yayın tröstlerinin karşısında Guliver’in Devler Ülkesindeki haline dönmüşken daha çok yazdığımıza, dediğimize, kendi sorunlarımıza bakmamız gerekmez mi?

 

Peki o cephede durum ne? Yazar, istese de istemese de satmanın yükselişin başlangıcı olduğunun farkında. O zaman herkesin işaret ettiğine bakıyor. Ne demiş batılı: Edebiyatta her şey yazılabilir. Bizim iç kırıcı bulduğumuz ya edep dediğimiz bu söz, hele sansür gözüyle düşünürsen bir düş gibi gözükse de, içerdiği anlam yönünden ürkütücü… Edebiyat o kadar kolay değil diyorsunuz değil mi şimdi? Kolay aslında, aybaşı sancılarını, üç beş iç gezinmesini, iki de ağza alınmayacak aşk maceranı yazdın mı, bir de tekelleşme elinden tutarsa Nobel bile alırsın. O da yetmezse mezhebine, hapishane anılarına, siyasetine yaslanır, bir başka tekelleşme üretir, yükselirsin. Düşünce yazısı mı diyorsun, ondan kolayı mı var? Yazarlarla tanışıklığını, anılarını, omzuna dokunmasını, seni sevmesini / sevmemesini, bir başka egemen anlayışın neresinde yer aldığını anlatır, biraz dedikodu yapar, büyük edebi sorunlara değinmiş olursun… Doğrudur edebiyatta her şey yazılabilir, sadece kullanılan biçim ve dil her şey olamaz. Bu dil, bu biçim, bu anlayışla bırakın batının işaretine bakan tekellerin gözüne girmeyi, ülkemiz çocuk edebiyatında örneklerini çok gördüğümüz taklit Harry Potterler bile yazamazsınız. Uzun cümle bile yapamayan bir edebiyat, anılarını, kendinin ya da çevresinin bunalımlarını, cinsel sorunlarını… tek malzeme gören bir edebiyat bu kadar olur. Edebiyat olmaz ama tekel, ben satarım diyorsa, satar. Siz de büyük yazar olursunuz.

 

İnsan en iyi kendi yaşadığını bilir. Karl Marx, insan doğanın talihsiz çocuğu, der ya, çok talihli bir insan olmadığımı düşünürüm. Gözümü açtığım 60 ihtilâli, kan gövdeyi götüren, siyasî tekelleşmenin kendini şiddeti de kullanarak kabul ettirmeye çalıştığı savaş alanında piyon olduğumuz 60 – 80 yılları, 12 Eylül açık faşizmi, sivili, askeri yığınla darbesi, hiç nefes aldırmayan ekonomik sorunları, bitmeyen iç çatışmaları, nerede duracağı bir türlü belirlenemeyen, yerini bulamayan kadını erkeği, genci, çocuğuyla talihsiz bir ülke olduğumuzu da düşünürüm… Bu ülkede edebiyatçının, yazıncının konu sıkıntısı çekmeyeceği ortada olması bir yana, onuru olan edebiyatçımızın tarihsel bir sorumluluğu da olduğu gerçek? Onun bütün çıkarların ve beklentilerin üstünde özgürce yükselen sesi umulan geleceği kuracak doğru, objektif tarafsız önermeci olması gerekmez mi? Yanılıyor muyum?

Her şeyin yazılabilmesi bu bağlamda çok önemli bir özgürlük ve ilk adımdır. Ne var ki edebiyatın içini boşaltmak, edebiyattan edebiyatı kovmak değil. Gölgelenen bugünden sağlıklı bir yarın yaratılamaz. Bu bakış açısında halkıyla, insanıyla ilişkilendirilmiş yazın eseri değerlidir, satmasa da, okunmasa da… Görülmüştür ki moda bakış açılarının ya da tekellerin ürettiği çok kitap, on yıl sonra tarihin çöplüğünde yer almaktadır; ancak nitelikli olan yarını kucaklar. Nietzsche Ağladığında bu ülkenin en çok satan kitabı oldu, şimdi nerde? Tekelleşmenin satma gücünü kanıtlasa da sanatsallığını açıklamıyor. O zaman kendi çapında yayıncı belki az, ama iyiyi yapmaya gayret ederken, okura büyük iş düşüyor. Nasıl ki demokrasinin umulanı vermesi için bilinçli seçmen istiyor, iyi edebiyat da seçmeyi bilen okur bekliyor. Tabi okura yol gösteren iyi eleştirmen de önceliklerimiz arasında... O zaman eleştirmenlerin de, kitap eleştirisi diyerek eş dost kitabını övmeyi ya da moda bakış açılarını gözlük olarak kullanmayı bırakıp, editörün işi olan nokta virgülle uğraşmayı öteye geçip yapısalcı değerlendirmelere başlamalarını bekliyoruz.

 

Her şeye karşın bir soru ortada kalacak biliyorum. Basım, Dağıtım ve Okura ulaşma… Çünkü o parayla gerçekleşebilecek bir süreç ve para, akıl gibi, yaratıcı güç gibi, hatta kimi coğrafyalara denk gelen elmas gibi masalsı bir biçimde arada bir yoksullara denk gelmiyor. Benim yazar olarak, ülkemdeki işimin dışındaki sorunlardan da haberdar olmam gerektiğini kuşkusuz biliyorum, ne var ki önceliğin kendi işimde olması ona kafa yormam gerektiğini de bilmem gerekmez mi?   Kara para aklama sürecinin bir parçası gibi de duran korsan kitapla mücadelede önceliği yetkililere vermek bir adım olabilir örneğin. Öteki adımı ise bulamıyorum. Çünkü bir cangıl ormanı olan vahşî kapitalizmde yürümeyi bile bilmem. Bir yol aklıma gelmiyor değil, dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak bakımından yani direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi duruyor: 

KORSAN KİTAP MI YAZSAM?

 

Kasım ,2009 İstanbul Tüyap, Şenol Yazıcı

"...dağıtım, yayıncı, anlayış tekelini kırmak, direk okura ulaşmak bağlamında iyi bir çözüm gibi durmuyor mu; korsan kitap yazmak?"

bottom of page