top of page

"maviADA Dergisi 18.sayı YAZ 2010

Ötesi değil, En Çok Senin Kadar İnsanım


Şenol Yazıcı



Başlangıçtan beri hep inanılmazdı, sanki bir filmi yaşıyorduk. Keşke yaşadığımız böyle olsaydı dediğimiz bir filme taşınmıştık. Oysa lânetlenmiş Lut kavminin sonuncularıydık, kendi gerçeğimiz bu kadarını hak etmezdi. Belki bu yüzden farkına varamamıştık..

Pıranha dişleri vardır sevinin,
Dedikodu alır yürür.
Çiğner çiğ etlerini kardeşlerinin
Lut kavmi yeniden yeniden dirilir.


Cahilliğimiz mi daha çoktu, cesaretimiz mi? Yaptıklarımızı ve ardından ölüme gittiklerimizin ne kadarını anladık sanıyorsun. Bir bilgisizlik okyanusu gibiydik başladığımızda, ondan da öyle cesur... Hele bu yönlü…

Biz çok namuslu, aynı zamanda sırtımızdan rengârenk kanatlar çıkaracak denli yürek kaldıracak ilişkilerin yaşandığı iklimlerde doğmadık ki, bilelim. En iyi aşklarımız annemizle babamızınki gibiydi, görev gibi. Daha kötüleri de vardır. Bakkal Şakir Amcanın gofretlerine kalçalarını ve göğüslerini değiş tokuş etmiş kız da bizdik, geçkin yaşının eksikliklerini fark edemeyeceğimizi iyi bilen Nazife Teyzenin parasıyla, deneyimiyle ayarttığı ama kentli giynekli bir hanımca beğenilmenin hazzıyla boyu uzamış on sekizindeki varoşlardan gelen delikanlı da… İnan ki hepsinde içten sevdalıydık, hepsinde de öyle saman çiğner gibi yaşardık. İyiyi bilmeden kötüyü nasıl anlardın? Ama hepimizin yemini vardı, öğrenecektik… Aşkı da elbet…

Seni öğrenmeye kalmadı, bitti.
Tam alır gibiyken, bu benim hakkım, bu benim aradığım ve seçimim, ben bunu yaşayabilirim onuruyla derken, ama şaşkın ve anlamazlığın kelepçesinde saldırgan ve vurgun yemiş yüreğim yüzlerce yıl kapalı kalmış kadim bir tapınağın kapıları gibi gizemli sırlarıyla gıcırdayarak açılırken güneşe, bitti. 

Yüreğim bütün merhabalara dünya kapısı olup açıktı. 

 

Günahsa günah... 

Yaratan en derin hazlarımızla kusurlarımızı bir araya koymuşsa bir zavallı insancığın ne suçu olurdu? Hiçbir şey çalmamış, kimseyi aldatmamıştık, yaşadığımız kendi seçimlerimizdi. Seni beni, birilerinin hak etmeden rastlantısal sahiplendiğini şimdi anlıyorduk. Dün buluntu hazineler gibiydik, kim bulmuşsa ona yazılmıştık. Ancak farkına varıyorduk, yüreğini kurtaramayanın peygamberlikte ne işi vardı? O zaman korkan yüreğimizi susturduk, çalınmış haklarımızdan aldığımız onurla ayağa kalktığımızda büyümüştük. 

Yeni gerçeğimizle başlamıştı bizim bin renk baharlarımız… Sonsuza değin sürecek gibiydi. Tek bir damlasını zayi etmeden yudum yudum yaşamak için bin yıl ömrüm olsun isterdim...

Uzun sürmedi, birden dört yan yeniden gerçeğine döndü. Kuzgun kanadı zifir zindan kesilip karardı, baharımız.

Martı öldü. 


Kol tükenir, yürek tükenir de kanat tükenmez mi?

Yeni uçuşlara kalkan bedeli bilmeli. Kaybedecek hanların hamamların olmadığına göre bir canındı üstüne oynadığın. Okyanusun o deli mavisine bir tüy yumağı oldun, düştün…

Bilirsin gün olur, ses arar yüreğin, insan arar. Sevgili olup boynuna dolaması gerekmez kollarını ya da yaslanacak bir omuz olması ya da acınızı ikiye katlayıp geri verecek anne olması gerekmez..
Sen sestin.


Mezarlıkta ıslık, gündoğumunda ulaştığın kentin düşman ayazından size dört el sarılan ilk çay sıcaklığı, yalnız kaldırdığınız cenazenize birden el atan eski dost, dokunarak konuşmaya deli olan çocuğunuz, sabahçı kahvesinde meleklerine gülümseyen gün görmüş ihtiyar, bıçak sırtı sevişmeleri yaşadığınız kavga günlerinden kalma sevgili… İşte öyle bir şey… ya da her neyse, ama SEN oydun.


Bir Akdeniz sabahında, bir Kaş mavisinde gülümsediğiniz güneşten başınızı koyduğunuz yastığa sarkıtılmış bir üzüm salkımı, su damlalarıyla parlayan bir portakaldın. 
Öyle susamıştım. Ve sen öyle susamalara hasrettin.


Ne çok alışmıştım.
Oysa sen benim kendime anlattığım en büyük yalanımdın… ve şimdi yoksun… 


O zaman tut ki, şahlanan tayları boğazlıyorlar, tut ki ipekböcekleridir kozasında öldürülen. Tut ki bir günlük yaşama doğmuş kelebekler, daha bir sevda bile yaşamadan, büyümeden alaşafak, büyümeden gün, dolu bir yağmura tutulmuşlar… 

Aşk geçe kalmışsa
İntiharıdır yüreğin

Bir gönül bir sevda diyerek
Ya da bir başka kelebek
Sevmek yaşamı
Yağmura ve geçe kalmışsa
İntiharıdır kelebeğin

Deler kozasını
Süngü gibi saplar karnına 
Bir günlük hayatı ve aşkı

Ölesim gelir…


O zaman ağla yüreğim ağla.

Aç kapılarını, yok olsun sana ait ne varsa, dünya kapısı olsun yüreğim. Işığı söndür, bırak ay ışığı odanda yürüsün. Bırak sessizliğin ancak yalnız insanların duyduğu sesi yürüsün. Usul usul büyüsün çığlık, ana rahmindeki bir bebek gibi büyüsün. Şimdi tam zamanıdır. 
Hadi yak ışıkları.


Sevdiğin için, bir onun için çıplaktın, öyle biliyorsun.
Oysa şimdi dünyanın orta yerinde yüksek localarından bakarak kahkahalar atan, milyonlarca insanın gözü önündesin, anandan doğduğun gibi üryan. Onun bu anı baştan beri bildiği geliyor aklına… 
Neden öyle duyumsar, neden çıplakken savunmasızdır insan? Hele aydınlıksa hele seçmediğin birileri gözlerini bir pençe gibi en mahrem yerlerine takmış izliyorsa. İhanetin vuruculuğu mu? Sattığımız sevgililerin kahroluşu bundan mı? Işığın altında, anadan üryan bıraktığımızdan mı? 
Göğün en derininden okyanusun zeminine çakılan martının çığlığını duyuyor musun? 


Onu tutunduğu son daldan, son buluttan aşağılara sen ittin. 


Sen Judas’sın… İhanetin ve insan küçülmesinin ulaşacağı en son noktadasın. Seni salt ben değil tüm insanlık lânetleyecek… mi? Gülüyorsun, ihanet insanın bildiği ve en kolay saptığı günahıdır, diyorsun… En günahsızı kimse o atsın taşı, diyorsun.

Aklım bilse de, yüreğim kaldırmıyor. Bilmez miyim, en günahsızımın ihanetlerine hesap açılsa tanrı katında, sığdıracak defter kalır mıydı?

Bir falçata yarası geçer yüreğimden, izsiz, kansız. Ama biliyorum, artık ben iflâh olmam.
Sözün ne anlamı kaldı ki? Tükeneni ne getirir, akan kan geri döner mi damara? 

Mumları söndür, keman sussun, ziyafet bitti.
Yalnızca şarabı dökmeyin.

Gün bir uzun saça yenilmiş ilâhların üstüne doğmamalı. Duygular gece sarmaşığı gibidir, gün ışırken kapanmalı. Bin yaşına gelmiş insanların güneşin gördüğü bir tek zayıflığı olmamalı. Dökmeyin şarabı, sarhoş olmak istiyorum. Sarhoş ve unutmuş…
Gün, beni görecektir, ona hükmüm geçmez, ama sarhoşsam ben günü görmeyebilirim, utancımı da…


Şimdi gece… Yediveren gül gibi durmadan yıldız açan gece… Yüreğimi bayrak yaparım, unutur utancımı ve yenilgimi derin uykulara dalarım. İster çocuk olur, maviye boyarım gökleri, ister dünyaları kırpıp yıldız yaparım. İstersem gözyaşlarımda boğulurum.
Yarına çok var. Hiç korkma, gün doğmadan çocukluğumu ve duygularımı saklayıp asık yüzümü, erkekliğimi, bilenen dişlerimle savaşçılığımı kuşanıp orta yerlerde meydan okurum. Bu gece bitmeden yarının bütün çirkinliğini göğüsleyecek denli insan olurum. 

Bu gece öldürürüm içimdeki Peter Pan’ı.
Siz yenilmişleri ve çocukları sevmezsiniz bilirim. Siz ölüme ve kimsesizliğe alışkın gibisiniz siz martı yüreklerini söküp almaya ve ellerin kanlı derin uykulara kolayca geçmeye alışkın gibisiniz.
Buna dayanamıyorum. Ölümlerinden önce eğlenme cesaretini gösterenlere saygım var ama ölüm sonrası duyarsızlıklara çıldırıyorum.

Bu kazanmaksa kazandın. Martı öldü. Artık çığlığını duymayacaksın, o yalanla kutsanmış yaşamını ve uyduruk insanlarını sırtlayıp öylece ölebilirsin. Orada dilediğince kalabilirsin. Ben?…
Bana boş ver…


İnsanı sevmek temel hatam.  Hüzünleriyle sevdalarıyla çakılışlarıyla büyüyen insanı. Yaşamı rol kesmek alıp bir sezon sonra anımsanmayacak oyunlar sahneleyenleri sevmiyorum. Bir insanın diğerinin gülümsemesine neler borçlu olduğunu iyi biliyorum.

Ben anlatırken felek, alayla fısıldıyor, duyuyorum; bindin gemiye açıldın, şimdi kara, çık artık diyor, yaşam bir ziyafet sofrası diyor, karnın doydu, kalk git artık …


Anlıyorum. Bilirim, gelirken değil giderken belli olur insanın asaleti. Biliyorum da elimde değil, içim sızlıyor. Ama giderim. Gider ve unuturum… 

Desem mi? Şimdi giderken bile, o en büyük yalanımı, martıyı özlüyorum.

Çünkü ben de ötesi değil, ancak senin kadar insanım. 



Şenol YAZICI
maviADA Dergisi 18.sayı YAZ 2010

 

* Bu yazının kırık kalbi belki de   kırk yıllıktır. YANİ ÖYLE KADİM, ÖYLE YILLANMIŞ, ÖYLE DEĞERLİDİR… 

Sevdiğim, ama türlü etkilerle uymayacağını düşünüp ayrılmayı seçtiğim ilk gençlik aşklarımdan birine, hepsi değerliydi ama en değerlisine,  yazılmış bir mektuptur özünde, çekirdeğinde. 

Ne kadar haklı olduğuma inansam da bir tür kendimi aklama gayreti seziyorum şimdi okurken, gidişime , kaçışıma nasıl da sureti haktan açıklamalar buluyormuşum. İnsan önce kendine yalan söylermiş. Elbet kendimi kanatarak... Ne sanıyordunuz, o vicdansızlar ancak Türk filminde var. Bulduğunuz ve sizi bir tek yönüyle bile olsa mutlu eden her insan değerlidir ve ayrılması da ölüm gibi zordur her defasında...

En azından benim için öyleydi.

Kimsenin, elbette kitapta yazılı bir suç olmayan, Tanrının bile  sizi yargılamadığı ama ebediyen yüreğinizde kendinizi yargılayacağınız bir suçtan insan nasıl başka türlü kendini aklar ki?

 

Hangisi olursa olsun, aşkların ve de ayrılıkların hepsinin birbirine benzediği öğrenilince,  sonradan eklerle kırk yılı özetleyen bir yazıya dönmüştür.

Şenol YAZICI

bottom of page