top of page

Sorumlu Değil miyiz?

 

Şenol Yazıcı

*

Buldukları  her yazılı kağıdı, sonra klasikleri okudular.Öğrenmenin birinci yolu diye biliyorlardı.

 

Gazap Üzümleri'nde hasta bir adamı  genç göğüsleriyle emziren anneydi hepsi; kız  ve erkek.

 

Kahvelerin, cafe olmadığı günlerdi. Atatürk'ü anlamak kahve köşelerinde oturmak değil, diye şiirler yazılırdı. Babaların Tanrıdan sonra geldiği, ama gerçekten "baba" olduğu zamanlardı. Anlaşılmaz bir müzik eşliğinde çoluk çocukla, saygın, eğitimli, yetişkin insanların birlikte kafa çekmesinin doğal olduğu barlara henüz geçilmemişti. Yaşını başını almışların taze ergin rolüne soyunmaları ve en birinci çağdaş sayılmaları, yaş dönümlerinin, ikinci gençlik diye adlandırılması, ne sosyal insanlar diye alkışlanması da sonradandır.

Yaşlanmak saygınlıktı. Saygınlık  hiç ödülü olmayan bir onuru ya da  yükü taşımak demekti. Küçükleri sevmek, korumak... Şimdi ilköğretim andı gibi gelse de.

Sokakta gördüğün, konuştuğun insan belli ederdi kendini. Bu okumuş, bu umur görmüş, bu... dedirtirdi.

O zamanlardı.

 

Ayaklarında cızlavut lastikler, sırtlarında yamalı ceketler vardı. Arka mahallelerden, köylerden okumaya, salt okumaya değil, çağdaş kentli olmaya gelirlerdi. Ufukları enginlerdi. Çıkmayan, güdük kanatlarıyla okyanuslar aşacaklardı. Yaşanacak çok şeyler vardı.

Şu, bu olmak değildi önemlisi ya da zengin; köylülüğün geri kalmışlığını aşmak, yapısal özelliği üzgüsüz düşünceyi terk etmek, çağdaşlığın akılcı, sistemli, birleştirici düşünce dünyasına taşınmak, uygar ülkenin yapı taşlarından biri olmak; yeterince onur değil miydi?

Saygın bir kentli olmayı bir becerirlerse, nasılsa yeteneklerinin karşılığını vermez miydi, dünya?

 

Okuyorlardı:Tolstoy'u, Gorki’yi, Steincbeck'i, Hemingway'i...

Spartaküs'te insan onuru için çarmıha gerilmeyi göze aldılar, Hacı Murat'ta ülkesi için ölmeyi...Çanlar Kimin İçin Çalıyor'da, dünyanın öteki ucundaki bir insanın acısının kendi acıları olduğunu duyumsadılar. Gazap Üzümleri'ndeki hasta erkeği emziren genç anneydi hepsi; kız ve erkek. Genç kadından süt emen erkek olmayı hiç düşünmediler. Ya da tanımadığı ergin bir erkeği emzirmefantezisini.

Öyle vericiydiler.

 

Devlet malından, tüy  bitmemiş yetim hakkından hanlar, hamamlar yapanı duymamışlardı. Yüksek ederle mal satan, toplumsal sorumluluğuna ihanet edenler, kuş yuvasını bozan sevgisiz, yitik çocukları anımsatırdı. Onlara ancak acınırdı; yatacak yerleri bile yoktu. Alın teriyle kazanan babaların neden yatları, katları, ikinci evleri olmadığını sorgulamadılar. Çalsa çırpsa, boyasa beyaz eşeği, satsa siyah diye düşünmediler. Düşünmek bile aşağılıktı.

Parasını denkleştiremediklerinden hiçbir zaman seyredemedikleri, ama ezberledikleri afişlerden, izleyen arkadaşlarından duyduklarından  çok iyi bildikleri, hep iyilerin kazandığı filmleri vardı. Dünyayı da öyle bildiler. Direnirse iyilik, er ya da geç kazanırdı. Alamadıkları kitaplar, özendikleri giysileri, önünde yutkunup durdukları lokantalar vardı. Ve ertelenmiş sevdaları... O dünya güzeli, ihaneti  iki yanı keskin kılıç  sayan sevgililere alınmamış armağanlar vardı.

 

Gün olacak çatalı bıçağı öğreneceklerdi. Şimdi yürümeyi bilmiyorlardı, her ışıklı kavşakta, hey köylü, başka Ankara yok,  diye bağırıyordu polis, ama gün olacak çifte telliyi aşacak, ışıklı sokaklarda valsin kanatlarıyla uçacaklardı. Kuşkusuz annelerin ilkel ama candan türkülerini bileceklerdi, ama Bolero'yu, Ay Işığı Sonatı'nı da ıslıkla çalabileceklerdi. Köylülüklerinden hiçbir yerde utanmayacaklardı. O bir başlangıçtı, kelebek kozadan çıkmaz mıydı?  Geldiği kültürü dayatarak değil, onu aşarak, rahat, güvenli, elleri kolları fazla gelmeyen uygar insanlar olacaklardı. Camiye mayoyla, denize elbiseyle girmeyeceklerdi. Yükselişin yolunun, yetenekli birilerine kara çalmaktan, inançları kullanmaktan, size umut bağlamış çıkıp geldiğiniz sılanın insanlarını tavuk gibi yolmaktan geçtiğini düşünmeyeceklerdi.

 

Ve seveceklerdi, adam gibi sevmeyi öğrendikleri zaman... ki, sevmek öğrenilirdi.

O zaman, eskimesin diye hiç kullanmadıkları beyaz, ipek mendillerini sakladıkları gibi saklanan sevgilileri seveceklerdi. Ne var ki, şimdi erkendi. Fethedilecek, tüketilecek insanlar değillerdi sevilenler çeteleye atılan çizik değildi.  Sevda, kazanamadığınız özgüveni bir başkasını tüketerek kazanmak da değildi.

 

Yılanın derisini değiştirmesi gibi öyle acılı, ama değiştiler. Ülkülerin öğretildiği, öğrenmeyenin ayıplandığı günlerdi. Öyle seçici, soylu, verici oldular.

Ondan mı çabuk kandılar, o hamlığın üstüne bildikleri mi fazla geldi ne, imrendikleri uygarlığa farkında olmadan düşman oldular.

 

Kaç kez avuç içleriniz alkışlardan kızararak izlediniz, o filmi? Anımsarsınız, köylü kahramanımız kent giyneğine bürünüp feodal ahlakını dayatıyordu  şehre ve kazanıyordu.

Türkülerimizde, devrimci şiirlerimizde kadın erkek birlikte çekilen halaylardan söz ettiğimizi unuttuk. Akrabalar arasındaki çarpık ilişkilerin kırsal kesimdeki yaygınlığını, köylü kurnazlığının darbımeselliğini de… Karısının arkadaşıyla dans etmesine izin veren kentli erkeğe ahlaksız gözüyle bakıp nasıl öfkelenmiştik. Kentte her yabancı erkek, dünyayı kendine benzeyen çocuklarla doldurmaya kararlı 'Susuz Yaz'daki Erol Taş, her yabancı erkekle konuşan kadın da, Sezardeneyiminden sonra Romalının tadına delirmiş Kleopatra'ydı. Her film çıkışında bir türlü sizi arasına almayan büyük şehrin insanlarına, sokaklarına bir küçümsemeyle, bir iğrenmeyle kaç kez baktınız? Ne yürekliydik, değil mi?

 

Şimdi düşünüyor musunuz, siz evrensel sosyalizmi bile köy giyneğine sokmayı başarıp giyinmiştiniz?

Artık tek doğru köyden gelendi. Feodalitenin öğretilmeyen, ezberlenen, biraz da iç güdüsel ahlakı, kentin öğretilen yarar ilkeli ahlakını yenecekti. Yüz yıllardır uyuyan eziklik uyandı, yargı kolaydı; kentli çürümüştü.

Ondan bizi öğrenmeye, kendine benzemeye zorluyordu.

Ne arka mahallenin dev varoşlar olmaya dört nal gittiği düşünüldü, ne de kentli olmanın insanın ulaşabildiği uygarlık ölçütlerinden biri olduğu. Bir gün bu savunmanın çeteyi, lahmacunu, jiletçiyi, bir kaosu yaşayan garip bir etik yapıyı üreteceğini kimse düşünmedi. Her birimiz öğrenmekte güçlük çektiğimiz uygarlığa tavırlı, yerine ne koyacağımızı bilmeden yok etmeye kararlıydık.

 

Yerine ne koyacağımızı hala bulamadık. Bulamadığımız için önce ülküleri yok ettik. Daha da kötüsü, o ülküleri işimize gelen her kılığa sokarak insanlara dağıttık, yalan yanlış anımsadıklarımızı inananlara ezberlettik. Geride ne var? Başkalarının yaptıklarından söz etmeyin. Biz uygarlığın yanında değil miydik?

Sarılacak bir arka mahalle veya köy ahlakımız da yok artık. Dahası onlar, arka mahalledekiler de, köydekiler de yok. Üretim güçlerini ele geçirmiş, aydınlık sokaklara taşınmışlar. Kullanmasını bilmedikleri uçağı, tekerleklerinin her biri bir tarafa giden eski Skoda kamyonetleri gibi kendi yöntemleriyle sürüyorlar ve tıpkı eskiden olduğu gibi başkasına hiç katlanamıyorlar. Sıra kent sokakları, kentli için zulüm. Bu inanılmaz Moğol saldırısına dayanamıyorlar, kaçıyorlar; son sığınaklarına, adalarına çekiliyorlar. Ve artık çok azlar.

 

Dün, kentli sadece küçümsüyor ve uzak duruyordu bizden. Bunlarsa dayatıyor, istemeseniz de yaşamak zorunda bırakıyor. En garibi, dayattıklarını, çağdaşlık ve demokrasi diye  adlandırıyorlar.

Ayırt ediyor muyuz? Çoğunun diploması var; konumları, kariyerleri, çoğunun dört elle sarıldıkları partileri, ideolojik bir geçmişleri var. Kendi alt kimliklerinden gelen her şeyi, alacalı bir boyaya sokup çağdaşlığın tek gereği diye dayatıyorlar. Alkış da alıyorlar. Hepimizin bir yanı arka mahalleden geliyor, hepimizin bir yanı soğanın cücüğünü çekiyor, ondan.

 

Çürütüyoruz, ne varsa korkunç bir hızla çürütüyoruz; ulaştığımızı da, geldiğimiz yeri de. Bıraksanız tek başlarına, gerçekten güzel olabilecek her bir şeyin genetik kodlamasını değiştiriyoruz. Türküye Mozart katıyoruz, Vivaldi'ye Orhan ağabeyimizi. Sonra karşısına geçip ürettiğimiz bu ucube yaratığa alkış tutuyoruz. Bunların yavaş gelişen demokrasi ve çağdaşlığımızın adımları olduğundan dem vuruyoruz.

Güç onlarda artık.

 

Kimse seçici olmalardan söz etmiyor,  kimse özel olmalardan söz etmiyor. Sevda bir öğreti, sevda bir okul; bir insanın başarabileceği en zor iş. O kadar zora gelemiyoruz, hem beceremeyiz de. Elde etmelerden, tüketmelerden, "Ne olacak, bunca uğraşa ne gerek, sonu  o değil mi sanki ? “ lerden gidiyoruz. Hem hiçbir kadınımız, hiçbir erkeğimiz o denli özen ve gayreti hak etmez, batı insanı olsa, onlar başka... demelere getiriyoruz. Şimdi bir yanımız alaturka, bir yanımız alafranga; ne siz beğeniyorsunuz, ne onlar.

Arzu edilen yer burası mıydı?

 

Artık filmler, kitaplar bile sizi anlatmıyor, farkında mısınız? Artık, garip şivesi ve kılığıyla uyum sağlayamayan, davranışlarıyla gülünç durumlara düşen köylünün öykülerine değil, özenle yaşamak için dağ başları arayan kentlinin acıklı öykülerine gülüyoruz. Yarın ne olacak, seçkin olmaya çalışan, binlerce yılda oluşturduğu ama birkaç yılda kaybettiği yaşama alanlarını geri almaya çalışan kentli,gasp edilen haklarından söz edip ayağa kalkarsa ne yapacaksın? Erinçle kemanını çalmayı arzu eden kent soylu kalabilmiş bir genç, ki enderdir, çünkü; onlar da yaşayabilmek için bozuldu, ayağa kalkarsa onun bu devrimci mücadelesini alkışlayacak mısınız?

 

Şimdi, o filmi ve o kahramanı düşünüyor musunuz; üzerinden yozlaştırdığı ideolojiyi aldığınızda geride ne kaldığını?

 

Ne dersiniz, biraz sorumlu değil miyiz?

 

Şenol YAZICI, 1998

bottom of page