YAZMA AŞKI /Şenol Yazıcı
"O halde, para kazanmaktan vazgeçen yayıncılar doğana değin değil, sizsiz olmayacağına inanan yayıncılar ve okuyucular doğuncaya değin yazın. En önemlisi sözde değil eylemde onurlu, yazdığına da onurla sahip çıkacak yazarların çağında doğun, yoksa sizinki, tek başına bir kahramanlık olarak kalır ki, inanın tarih bile yazmaz.
Çünkü tarihi de yazarlar yazar, yayınevi basar..."
Yetmişli yıllarda, kitaba göre, Tanrının, yer yüzüne inse seçecek olduğu bir mesleğe başlamıştım: Öğretmenliğe. Yaşım daha henüz on altıydı. Bizim kuşak, hepsi de ithal olsa da, kraldan daha kralcı sarıldığı uzun saçları, mini etekleri, dünyayı değiştirmeye kararlı düşünceleriyle, Müslüman mahallesinde salyangoz satan akılsız tüccarlar örneği yaşam gerçeğinin dışında bir yerlerdeydi. Yani uyum bile tek başına teslimiyetti ve düşkünlüktü. Oysa akıl, yaşama uyum kabiliyetidir ve güya biz, çok akıllıydık.
Sivas’a yürüyerek on iki saatte ulaştığım bir köyde öğretmendim. Tanrının yer yüzüne inse seçeceği mesleği yapıyordum. Ne bilinen anlamda okulum vardı, ne de görünen öğrencim. Bir ahırı hem okul, hem evim yapmıştım, görmek istersem öğrencileri de tarlada ya da hayvan güderken bulabilirdim. Mesleğini aldığımız Tanrıya gösterilen saygıyı beklemesek de, hani sahibinden dolayı köpeğine itibar edilir ya, ona benzer bir itibara da razıydık, yoktu. Tarlada çalıştırdıkları çocuklarını okula göndermeleri için sıkıştırdığım köylüyle iletişimim iyi olması zaten zordu. Gidip şikayetçi olduğum devletin de onca sıkıntısı içinde ben neydim ki? Gördüğün eğitime, savunduğun tüm görkemli ideallere, ettiğin büyük sözlere karşın gerçeğin aynasında ağırlığın, boyun, kilon belliydi: Sen hiçtin, sen yoktun. Ne yapardın? Düşünürdün.
Gücü sınırlı olan ama anlayan insanın düşünmesinin ve ortaya çıkan çaresizliğinin tanımı yoktur. O çıldırtan donmuşluğu anlatacak söz yoktur.
Ahırdan bozma okulum ve evim de yazmaya başladım. Yara deşildi. Hiçlikten duyduğum kilitlenme, akışkan bir şeye, değişik de olsa bir eyleme dönüştü: Bir başkaldırıya. O dünyada iyilik asla yenilmiyordu, o dünya hakça dönüyordu. Yaşamın kendindeki hiçbir saçmalığa ve eşitsizliğe izin vermiyordu.
Bu gerçekçi bir edebiyat değildi. Gerçekte yenenler ve yenilenler, ezenler ve ezilenler hep vardır ve eşitlik sadece rastlantıdır. İyi de edebiyat, yani kurmaca hayat, gerçek hayatla örtüşmek zorunda mıydı?
Öyle başladık. Yazmasak, duyduğumuz haksızlık duygusuyla sokağa çıkıp, suçlu bu, diyeceğimiz birilerini yok etmeyi düşünebilirdik. Bize karşı olan dünyaya, aynı puşt silahlarla saldırabilirdik. Oysa biz, yarası neyse sağalmış, sorunu neyse giderilmiş bir dünya da, tüm insanlarla birlikte yaşamak istiyorduk. Nihayet yenilmediğimiz dünyalar yaratmak için…ya da yenilsek de, cümle alemin alkış duyacağı görkemli ölümler olacaktı bizimkisi onun için yazdık. Hiçbir şey olmasa da kendi ruhumuzu kendi tükürüğümüzle iyileştirecektik. Öyle yazdık.
Yazarken aklımızın kenarında bile değildi yayınlamak.
***
Son gemi, bir öncekine bakarak yapılır, her adım, bir sonrakini getirir. Gün oldu, yazdıklarımız kalıcı olsun dedik, birileriyle paylaşmak istedik. Gün oldu, yaralarımızı iyileştirme alçakgönüllülüğü, başkalarının yaralarını da iyileştirebiliriz öz güvenine dönüştü, kim bilir. Her ne ise derdimiz paylaşmaktı. Yazdığını paylaşmak kitapla olurdu. Hesaplamadığımız, engin aklımızla göremediğimiz, aynamızdaki kör nokta orasıydı. Biz, kör noktaları yığınla olanlardan olmasaydık, onca kurmaca yaşamı üretecek kadar işlek aklımızla en azından ilk depremde yıkılacak hanlar, hamamlar diken müteahhitler, bankaları deveyle götüren tüccarlar, halkını birbirine kırdıran politikacılar olurduk. Anlayamadık.
Hepimiz, önce o duvara tosladık, sonra biriktikçe biriktik.
Bu ülkede bankazedeler, depremzedeler kadar, yayıncızedeler de vardır.
***
Biz yeni yazanlar ordusu, belki başka ırmaklardan geliyorduk, belki başka savaşların yenikleriydik ama, ortak bir yana sahiptik: İster aşkımızı, ister dünyamızı bizi yenen neyse onu, terk etme değil, daha yaşanır kılma derdindeydik ve tek silahımız düşüncelerimizdi; yani yazdıklarımız.
Gene hiçtik. Oysa, şimdi kelli felli adamlardık, fakültelerimizi de bitirmiş, paraysa kazanmış, birkaç milletvekili de tanıdığı olan insanlardık,az mı?
Niye, bizi kimse bando mızıkayla karşılamadı?
***
Burma bıyıklı, altın kolyeli, altın dişli, göbeğine kadar açık yakalı, purolu, yatlı katlı birileriydi yayıncı... ya da bazı yayıncı. Ve kitapla, sanatla ilgisi, göğün denizle ilgisi kadardı. O bir tek şey bilirdi. Yazarın emeğinden daha zengin olmak…
İlk tanımlama buydu ama, gerçek bu değildi.
***
Bizdeki her yaşam yorgunu ki daha çok ilk gençlikte çıkar ortaya bu tipler, duyarlı bir ruh yapısına sahipse ve azıcık da mürekkep yalamışsa her yenilgisinde kaleme kağıda sarılır. O yüzden şairi de, yazanı da hayli çok bir toplumuz. Hal budur ya, sövgülerdeki başarımızı bir yana koyarsak, anlatıda öyle ele gelir çok ürün ürettiğimiz de söylenemez ya. Yine de yazdığımızı yayınlatırsak yetkinliğimiz perçinlenecek gelir bize. Oysa, yüz bin basılıp da kapağı bile açılmayan bir çok kitabın yanında, adamın birinin elyazması kitabının, ortaçağın karanlığından bu güne bir deha ürünü olarak taşındığını görünce, tek başına kitabın basımının başarının kanıtı olmadığının da fark edilmesi gerekir ya, nerde?
***
Yayıncılık tıpkı bakkallık, konfeksiyonculuk, meyhanecilik gibi bir ticari iştir. Ulvi değerlerle donanmış, insanlığı karşılıksız aydınlatmak derdinde olan kutsal makamlar değildir. Para kazanmak hem meşru hakkı, hem de tek mantığıdır. Bunu da kitap satarak yapacaktır.
Ticari anlamda kitap nedir?
Birilerinin en az bir yılda ürettiği, bir harcanarak beş ya da on beş kat arası fiyatla tüketilebilen, solmayan, modası geçmeyen, çürümeyen, bin yıl sonra da değerli olan, iç çamaşırının en iyisinden daha çok sürümü olan bir meta. Fiyatı nasıl paylaşılır: on beş yeni Türk liralık bir kitabın, beş lirası dağıtım şirketine gider, bir lirası matbaa, dizgi, kapak ve benzerlerine gider, geri kalan yayımcıya, hani durmadan ağlayan yayımcıya, bir lirası da, evet sadece bir lirası yazara kalır. Ki bu yüzde sekizlik,onluk oran demektir ki, çok az yazara nasiptir.
Bu ideal haldir. Ülkemde asıl yaygın hal şudur ki, yukarıdaki üretim ve paylaşım tablosu hemen hemen aynı olsa da, bir yanı eksiktir. Bu bire on beş veren altın yumurtlayan tavuktan çok az kitapçı zengin olur: Çünkü çoğu kitap aradaki dağıtımcı ve perakendeci ikilisinde yok olur, geri dönmez.
Yayıncı nedir ve kaç tiptir? Yayıncı meşru yoldan kazanç sağlayan her hangi bir tüccardır. Genel de üç tip olurlar. Biri şöyle ya da böyle kitap, matbaa işine bulaşmış, yani çekirdekten gelme ve sonunda kendi işini kurmaya karar vermiş, bakmış ki, bir liraya mal edilen bir kitap on beş katına satılabiliyor, dünyanın en karlı işi olarak görmüş ve o işe soyunmuştur. Onun yazmayla çizmeyle ilgisi, fatura yazmaktan öte değildir, bu birinci tip.
İkinci tipse, yayıncının duvarında yığılmaktan yorulan yazar, o dünyaya mutfaktan dalmaya karar verir. Açar dükkanını, önce kendi kitaplarını basar, ardından başkalarınınkini. Kısa bir süre sonra ticaretin kurallarını işletmesi gerekliliğini, alacaklılar hatırlatmaya başlayınca o da para kazanmaya karar verir. Verir ya , ticaretin hiç katlanamadığı, ütopik felsefeli bir tüccar yazardır.
Üçüncü tipse, parası vardır, karlı bir iş peşindedir, kitabı seçer. Yer yüzünde bire on beş verecek, at yarışı dışında başka hiçbir uğraş yoktur, ki at yarışında kaybetme olasılığı da vardır… Ve para kazanır.
Üç tip yayımcının da ortak özelliği, kitabı üretenin yüzde on çevresindeki hakkından mümkün olduğunca kısmaktır.
Yazarlar kaç tip olur:
Bir gerçekten iyi yazanlar, orta halli yazanlar, kötü yazanlar. İyi yazanlara yayınevleri kapılarını açar. Orta hallilere ara sıra, kötülere ve de yenilere hiç bakmaz.
Bu tanımlama da doğru değil.
Bizdeki yayınevlerini, bir ikisi dışında, iyi yazmak, kötü yazmak hiç ilgilendirmez. Yeni yazarla ya da eski yazarla hiç ilgilenmediği gibi. Sadece o kitabın satıp satmayacağıyla ilgilenir. O nedenle, bir eski tanınmış dansözün yazdığını, Nobel alacak bir kitaba haklı olarak yeğler. Çünkü bizde o okuyucu vardır, futbolda iyi olanın, kitabında iyisini yazdığı sanılır, Kız Tavlama Sanatı’nı okursa tüm kızları ayartacağını, Saç Çıkarma Yöntemleri’ni okursa sırma saçları olacağını sanır. Okur tipi bu olunca geriye yayıncının yapacağı hiçbir şey kalmaz. O mantığını yürütür; ben bir işyeri çalıştırıyorum, emeğim para kazanabilmek için, satmayan kitap Nobel alsa bana ne? Peki kimi zaman çıkan, niteliğini tüm dünyaya kanıtlamış iyi kitaplar bizde nasıl çıkıyor? Çok basit: O niteliğini kanıtlamak sırasında ve süreçte kendi reklamını da yapmış olduğundan, yayınevi de satacağına kesin gözüyle bakar ve o kitabı dünyanın telifini ödeyerek,bazen de kimse görmez deyip çalarak alır basar.
Genelde tüm Türk yazarların ortak özelliği de, her yazanın yazdığına yüz yılın en iyisi gözüyle bakmasıdır. Ne olursa olsun, kitabını bastırmak, bunu da kendi adına değil, biri adına yaptırmak da bir başka belirgin yanıdır.
O zaman yeni yazan, ne yaparsa en doğrusudur: Satacağı kesinleşene değin, dergilerde gazetelerde yazmalı. Kitabının sadece beşte biriyle parasını çıkarabileceğini bilerek ilk kitabını kendi üretmeli. O sınanmayı alnının akıyla aştıktan sonra da emeğinin karşılığını verecek yayınevini buluncaya değin dayanmalı. Bunun bir toplu grev olduğunu düşünün, kimsenin yazmadığı bir ülke. Aradan birkaç kişi, fırsat bu fırsat deyip grevi kırmazsa olacağı düşünün. O yayıncıyı bulamazsanız, bu ülkede son yüz yılda sanattan, hele ki edebiyattan, en büyük yayınevlerinde kitapları basılanlar da dahil, zengin olanın görülmediğini ama seçiminiz olan bir onuru sergilediğinizi düşünüp övünün. Sakın fare dağa küsmüş de, dağın haberi olmamış türküsünü söyleyenlere bakmayın. Basacak kitap bulamayan yayıncı, okuyacak adam gibi kitap bulamayan okur, sonunda seni bulacaktır. Bulmazsa ne gam, sen zaten yazdığını yaranı iyileştirmek için üretmemiş miydin? O değil, onu okuma şansını bulamayan üzülsün. Bir yayınevinden çıkmak bir kitabı iyi yapmıyor. Aksine kitabınız iyi değilse bir yayınevinden çıkmak kötülüğü yaygın kanı biçimine hızla döndürmeye yarar. O halde iyiliğinizi kanıtlayana değin yazın. İyiliğin demlenmesinin zaman aldığını hiç unutmayın. Belki bir gecede birileri ermiş olabilir, birileri üç günde inşaattan türkücülüğe geçebilir, birileri iki ayda arka mahalleden sinema sanatçılığına sıçrayabilir, ama, hiç kimse iyi bir eğitim almadan, müthiş bir yaşam deneyi geçirmeden, yaşadığını kendi içinde cehennem acılarıyla harmanlamadan yazar olamaz.
O halde, para kazanmaktan vazgeçen yayıncılar doğana değin değil, sizsiz olmayacağına inanan yayıncılar ve okuyucular doğuncaya değin yazın. En önemlisi yazdığına onurla sahip çıkacak yazarların çağında doğun, yoksa sizinki, tek başına bir kahramanlık olarak kalır ki, inanın tarih bile yazmaz. Çünkü tarihi de yazarlar yazar, yayınevi basar.
Şenol Yazıcı