HAYAT,
EDEBİYAT ve KİTAPLARI
ÜZERİNE
SÖYLEŞİ
/
Gülgün ÇAKO
*
*
Okyanuslar damlalardan oluşur, en uzun yolculuklar tek bir adımla. Ay’a gidenlerin, güneşi fethedenlerin büyük türküsü başlangıçta bir incir kabuğu doldurmayan bir düştür, hayaldir. Bir su damlası olan çocuk doğduğunda, bir gün çağdaş bir ulusu yaratacak Mustafa KEMAL olacağını bilemezsiniz. Ama umut edersiniz, ama hayal edersiniz. O ki insan beyninin yarattığı en olmazdır, ama o'dur hayatı anlamlı, yaşanılır ve güzel kılan…
Dünyayı birbirini anlar insanlarla donatmaz mıyız düşlerde?
Önce en çok karşı çıkarsınız… Sonra anlarsınız. Ömrünüz yeterse… Anlamak içindir hayat. Anlarsak, severiz. Seversek anlarız bir de…
“Düş” dedim de, nasıl da çoğalır düşler. Kitap kitap… Dil dil… Kim dilsiz düş görebilir?
Her eğitim öğretim yılı sona erdiğinde biz eğitimciler geçen dönemi değerlendirip, gelecek için yapacaklarımızı gözden geçiririz. Biga İlköğretim Okulu olarak yaptığımız ve yapacağımız çalışmaları ne kadar ciddiye aldığımız ortada. 2007- 2008 Eğitim Öğretim Yılı sonunda yapılan çalışmalarla üretilen projelerden biriyle karşınızdayız. Okulumuzu geliştirmeyi planlarken bize düşen görevin bir parası bu.
Amacımız okuma alışkanlığı kazandırmak.
Bu, başlangıçta bir düştü. Proje kapsamında şekillendirdik. Kendimize “ Geniş Açı “ grubu adını verdik, buna yaraşır biçimde tasarıya “ Okur Kazandırma Projesi “ dedik. Araştırdık, inceledik, bilgi ve birikimimizi ekledik, yetmediği yerde yardım istedik, emeğimizi katarak, zamanımızı verdik.
Önerdiğimiz kitap listeleri ellerinizde. Daha özgür ve özgün okuyun isterdik, ama başlangıç için bir ortak payda gerekliydi. Velileriniz düzenlediğimiz tanıtım ve destek toplantılarına geldiler. Katkıları öncelikle size yansıyacak.
Bugün bir başka aşama olan yazar söyleşisindeyiz. Neden yazarla söyleşmeliyiz? İşin mutfağını hissetmek ve oradan bakmaya çalışmak için belki. Diğer yanıtları da söyleşi sonunda sanırım sizler vereceksiniz.
Yazar seçerken ki yaşadıklarımızı anlatmak etik gelmiyor ama hatırlatmamak da olmaz. Türkçe öğretmenleriniz bunları sizlerle paylaştı.
Popülist yaklaşmadığımızı en iyi siz bilirsiniz. Çünkü sizler geleceğimizsiniz günü kurtarmayı değil de en doğru olanı hak edensiniz.
Yazar olarak Şenol YAZICI’yı seçtik. Çünkü “ ahlak “ sözünden bilimsel ahlakı anlıyordu özünde . “ yarar “ dendiğinde toplumsal yararı önceliyordu. Gerçekten öte köy var mı?
Var aslında. Gerçek denen meyvenin içinde görmediğimiz bir çekirdek var. Bigalı bir şair öğretmen dost bir dergi uzatmıştı bir gün. Çıkış bildirgesini okudum:
“ Tarihi yazan. İnsanlığın kaderini değiştiren büyük adamlara bir göz atın. Kendilerinden başka kimseleri yoktur. Ne bir kurtarıcı ararlar ne de çöküntüye uğrayıp teslim olurlar. Kimse varsa onlar için sahip oldukları güçlerin bir bölümüdür sadece. Kimse yoksa varlığının az bir bölümünü yitirmiş varsıllar kadardır üzüntüleri. Çünkü en büyük varlığın insanın kendi içgücü olduğuna inanırlar. O sayede eğitimsiz bir fırın işçisi, dünyanın baş tacı ettiği bir yazara dönüşür. Anadolu bozkırında imparatorluk ordularının kovaladığı bir yalnız adam da çağının en dinamik cumhuriyetinin başkanına… Bu başarılar rastlantısal değildir. Düşünsel temelleri, felsefesi, kimseleri hesaba katan müthiş bir planı ve değişmeyen kuralları olan bir içgücünden kaynaklanır. O insanlara nasıl hasretiz. Ondan artık kimse- Biz, KİMSE-SİZ…”
Yazıyordu.
Siz olsanız beğenmez miydiniz? Dergiye abone oldum. Adresime gelen dergiyle birlikte bir de kitap göndermişlerdi, abonelerine armağan olarak. Neden sonra kitaba göz attım. Karşıma çıkan sayfada bir doğa betimlemesiyle başlayan bir öykü vardı . İzin verirseniz paylaşayım:
“…
Gökyüzü yıldız doluydu. Dünya, gecenin tam orta yerinde bir öğle sonrası kadar aydınlık ve berraktı. Denizin orda, Boztepe’deki Amerikalıların, Rusları kollayan radarlarının uzun direklerinin ucunda yanan lambaları gözüküyordu. Batıda büyük ormanların gökle kesiştiği yerde, beyaz bulutlar fosforlu ay ışığında şekilden şekile giriyordu.
Dünya, tıpkı bir insan gibi yorgun ve yaşlıydı. Kulak verilse, milyonlarca yıllık yorgun ciğerlerinin hırıltısı duyulurdu. Mısırlar, patatesler, tütünler, fasulyeler, fındıklar toplanmış, toprak, kırık dökük dallar, yapraklarla örtülü ve koparılmış, olgunlaşıp hasat edilmiş sayısız bitkinin bedeninde bıraktığı deliklerle yaralı öylece yatıyordu. Kışı, onu bir ana kucağı gibi saracak, onaracak, dinlendirecek karı bekliyordu. İlk kara, sonbaharın sararmış yaprakları dalların uçlarında bir iki belirmişse de, daha çok vardı. Önce göçmen kuşlar geçecekti. Güneyden bir karabulut gibi, sanki bu evrenin dışından bir yerlerden gelmiş, binlerce kuş değil, bütün gökyüzünü örten, 'V' biçiminde, bir tek yaratık gibi çığlık çığlığa geçerlerdi. Ardından bıldırcınlar gelecekti. Zozof kaplı tarlalarda, bir dirhem kuş için ağzı sulanmış insanlar, ellerinde fenerler, gecenin bütün mahremiyetini götüren dehşet verici bir kıyıma girişirlerdi. Köpekler, çılgınca havlayarak tarlalarının orta yerinde dolaşan insanlara saldırmak için bağlarını zorlardı.”
Hadi tekelleşen medyanın gözümüze soktuğu çok satan postmodernist kitaplarda bulun bu anlatım gücünü ve doğa sevgisini...
Sardı beni, bitirmeden bırakamadım. O kitap Şenol YAZICI’nın “ Söyleyin Ay Işığına “ adlı öykü kitabıydı. Dergiye üyeliğim süresince gerek yazılarıyla, gerek hakkında yazılanlarla, gerek Tüyaplar ve etkinliklerdeki konuşmalarıyla donanımını, yazınsal kültür ve biçemini izleme, tanıma şansım oldu.
*Şenol YAZICI kimdir? Şimdi sizler, Şenol YAZICI’ yı tanıtan slaytımızı izlerken, ben de size kısa yaşam öyküsünü aktarayım.
Trabzon'da doğan Şenol YAZICI, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünü bitirdi, edebiyat öğretmenliği yapıyor.
1979’dan beri dergi ve gazetelerde deneme, şiir ve öyküleri yayınlanan, radyo, televizyon programları, sahne oyunları yönetmenliği yapan yazar, 2002 - 2003’de Kimse-Siz adlı bir kültür sanat edebiyat dergisi çıkardı. Şimdi maviADA kültür sanat edebiyat dergisinin genel yayın yönetmeni olan YAZICI, derginin Internet sitesini ve İstanbul kuruluşlu bir yayınevinin yayın yönetmenliğini de yapıyor..
Şenol YAZICI'nın ilk kitabı " Selam Söyleyin Ayışığına, öykü " 1998'de yayımlandı.
YAPITLARI:
Selam Söyleyin Ay Işığına: Öykü- 1998, 2. baskı 1999 /Benim Kimsem Olsana: Öykü- 1999, 2. baskı: 2000/ Sevgili Yaz Annem: Deneme- 2000/ Aşkarayan: Öykü, Ekim 2006/ Bağbozumu: Roman, Ekim 2006/ Ay Zamanı : Şiir, Nisan 2007/ Güneşe Dokunmak: roman, Buzdan Kaleler : Gençlik Roman, Ekim 2009/ Efsane / DOĞU: Gençlik Roman, Ekim 2009( Kitaplar Hakkında öğrenci, veli ve öğretmenlerin yaptığı yorumları okumak isterseniz TIKLAYIN)
Yazarı ve kitaplarını, proje arkadaşlarım Nazan AKKAN, Ödül UZEL, Hilal ÖZGÖREN, Reyhan YILMAZ, Sultan GEZER, Bayram YANKOL, İrfan ÖNAL, Ayşe BESLEN, Refik ARIKAN, Zehra SAYAR ve müdür yardımcımız Gül KOCALAR’la birlikte ve okul müdürümüz Faruk GİRGİN’in onayıyla seçtik.
Gülgün ÇAKO
17 Aralık 2009 Biga
*
Gülgün ÇAKO: Bizi kırmayıp gelen Yazıcı’ya projemiz adına teşekkür ediyor, hoş geldin diyorum.
Şenol YAZICI: Böylesine olumlu bir eylem de beni seçmeniz onurlandırıcı, etkilenmedim desem yalan olur. Dahası şaşırdığımı söylemeliyim. Günümüzde medyanın bombardımanıyla yıkanmış insan beyni, popüler olandan başkasını tanımıyor. Adı enginleri aşmış onca yazar varken bana ilginiz onurlandırıcı… Belki burada kendime pay çıkarıyorum, benim kitaplarımı gördünüz, okudunuz ve çağırdınız, bir bilinmezin gizemli mantosuna sarınıp gelmedim buraya… Neyi aldığınızı ve istediğinizi biliyorsunuz. İyi de gerçekten niye? Ben de bu merak ettiğimi birazdan sizden öğreneceğim. Ama şimdi anlatılanlardan, salondaki kalabalık ve ilgiden sizin bu tasarıyı yapılmış olsun diye geliştirmediğinizi, Türkiye’ye örnek olacak biçimde bilinçle izleyerek, içini anlamlandırarak emekle, özveriyle yaptığınızı gördüm, anladım. Teşekkür ediyor ve kutluyorum.
Gülgün ÇAKO: Sevgili Şenol Yazıcı, toplam on kitabınız olduğunu biliyorum. Ayrıca yönettiğiniz maviADA adında bir dergi var. Öğrencilerimiz henüz sizin sadece üç kitabınızı okudular: ”Buzdan Kaleler “, “ Efsane “ ve “ Aşkarayan “ı… Benimse sizden okuduğum ilk kitap “ Selam Söyleyin Ay Işığına “ adlı öykü kitabınızdı. O günden beri ay ışığı daha öte anlamlar taşıyor benim için. Dağ, ova , bayır başka gözüküyor. Ateş böceklerinin ışıklarını görür olmak bir yana, arar oldum. Öyle bir tutkuyla dile getiriyorsunuz ki yurdu, sevdanız topraklarımızdan insanlığa kadar uzanıyor. Edebiyat da herhalde bu olsa gerek… Yerelden evrensele ulaşmak. Bunun sırrı nedir, kim Şenol YAZICI?
Şenol YAZICI: Bu iltifatı hak ettim mi bilmiyorum. Montaigne; insan her şeydir, diyor, yaptıklarım bir sırsa eğer, insan olmamdan geliyor. Tasarınızın adı bir okur yaratmak olduğuna göre, beni yönlendiren etkilerin okumamla kitapla bağlantısını anlatmak en doğrusu geliyor bana.
Eğer çocuksanız, dünya sizin içinden geldiğiniz kestane kabuğunuz kadardır. Büyüdükçe beğenmeyeceğiniz o kabuk kadar… Çevrenizle geliştirdiğiniz iletişim, beş duyu organınızla algıladıklarınız büyütür o dünyayı. Kuşkusuz önce şaşırır, öfkelenir, irkilir ya ürküp kabuğunuza çekilir ya da geliştirdiğiniz iç tepkiyle aşmaya, fethetmeye kalkarsınız.
İnsan doğduğunda günahsızdır, ak bir kağıt gibi bomboş doğarız. Sonra o boşluk usul usul doldurulur. Sevecen bir anne, koruyucu bir baba, dost yakınlar, sizi eğitmeyi, yarına hazırlamayı istekle yapan okullarınız, hakkını hukukunu bilen bir toplum, yurttaşını gözeten bir yönetim sizin içinizi yazar. Siz sağlıklı, sorunsuz, mutlu bir birey olarak yetişir, kazanımlarınızla kendinize ve çevrenize ülkenize, insanlığa yararlı olursunuz.
Keşke hep böyle olsa, yani Ayşegül masalları gibi olsa dünya… Her zaman denk gelmez, ama sanırım sürekli iyi olursa bu dinginlik yerini, durağanlığa ardından tembelliğe, ardından yıkıma bırakıyor. Kış vardır diye bahar, bahar vardır diye yaz yok mu? O zaman olumsuzlukların da doğanın kendisinde olduğunu görmek gerek. Anneniz hastalanır, babanızın işleri kötü gider, dünya krize girer, kötü bir yönetici ülkeyi kaosa sürükler, sorunlu bir öğretmene denk gelip okumaktan soğursunuz. Sekiz yıl, on iki yıl emek verirsiniz, tam sınav günü… O gün başınızın ağrıyacağı tutar, çok önemli bir sınavda başarısız olur, ailenizin ve sizin onca emeğiniz bir anda heba olur, o kadar arzuladığınız okula giremezsiniz, kimseye de halinizi anlatamazsınız.
İçiniz, o bomboş ak kağıt durmadan kararır. Ruhunuzda oluşan kimyasallar bir nitrogliserine, yıkıcı bir patlayıcıya döner. Çünkü insan şefkat ve sevginin tanrısıyken aynı zamanda acımasızlığın da tarihini yazandır. Her olumsuz etki içinizdeki doğrularla çatışır. Ruha kızgın bir tavaya düşer gibi yaşamın izleri, çevre ve insan etkileri dökülür. Açıklayamazsanız kendinize. Bazen öğrenilmiş bir çaresizlik sizi kendi içinizde, tüm kapılar açıkken tutsak; bazen de çıldırtan bir öfke, eliniz ayağınız prangalıyken yıkan, dağıtan yapar sizi. Arabaları çizer, çiçekleri koparır, kuşların kanatlarını yolar, kelebekleri kozasında öldürürsünüz. Hala insan yanınız kalmışsa oturur ağlarsınız da geride bıraktığınız yangın yerine.
Bazen de o karmakarışık ruhunuz, ama doğru yerde, kurtarıcı elleri kendi içinde aramaya başlamış, kendi kimsesini kendine göre tasarlamış bazı olgun ruhlar, kanayan yaralarını dilleriyle sağaltır, gördüğü tüm haksızlıklardan benzersiz bir doğru yaratır. Selanik’te özlemle ziyaret için gittiği annesini göremeyince otel odalarında mahzun kalan genç yetim bir öğrenci, Mustafa Kemal’in ruhuna olumsuzluğu değil, bir ülke yaratmayı yerleştirir. Bir demiryolu işçisinden Jack Landon çıkar. Çukurovalı ortaokulu bitirememiş, bir gözü kör pamuk ırgatından bir dünya yazarı Yaşar Kemal’i üretir. Şans ya da talih ya da kader değildir bu: Okumak bir insanın kendini yaratmasıdır. Kuşkusuz algılama, yorumlama yeteneğiniz kadarını, ama mutlaka çok şey katarak… Benden de bu kadarını yarattı. Ne kadar görüyorsanız yani. “ Bir Okur Yaratmak”
Ötekilerin hikayesine girmeyelim, yaptığım bir şeyse buna ne yardımcı oldu derseniz; önce okumam, çok okumam… Çaresiz kaldığım hayata karşı koyma yollarını başka yaşamlardan çalmaya başlamamdır temel sır. Önce kopyaladım. Onlardan aldığım birikimle kendi çözüm yollarımı yaratma yeteneği kazanmam da o kitapların getirdiği birikimle oldu… İçimdeki zehri, patladı patlayacak o tepkimeyi dünyayı ve insanı sevmeye ancak böyle döndürebildim. O zaman kazandığım olumlu güçle başka çocuklar da aynını yaşamasın diye savaşmam gerektiğini düşündüm. Bu sonsuza değin sürecek bir savaş. Asla kimseye yenilmeyeceğim bir uzama çektim sizi. Orda, kitaplarımda iyi insanlar kaybediyorlarsa bile bir başka büyük ideal için kaybediyor. Yani olması gereken gibi.
Yeniden söylüyorum. Herkes aynı boyda durmuyor, herkes aynı saçlara, gözlere ve akla sahip değil, kuşkusuz kurduğum o dünyanın kurgusu çapım kadar. Sihirse işte o kadar… Sihirse ancak o kitaplar kadar…
Gülgün ÇAKO: Yazma serüveni şüphesiz kişiye özel. Sizi yazmaya götüren belli bir etken var mı? Hikayenizden söz etmek istemez miydiniz? Dahası ben kendi görüşümü söylemek istiyorum. Kitaplarınızı okurken bir yazınız dikkatimi çekti. Nedendir bilinmez, sizin ilk yazmaya yönelişinizin miladının o olduğunu düşündüm. Sevgili Yaz Annem başlıklı yazı:
Hani,
“Sevgili Yaz Annem, Bir devir hep üşürdük; üşümek en kolayı mıydı, ne?
Cemre düşmez dağlarıma,
Nevruzlar başka tanrıların çocukları
Bir ekmek bir hırka bir de sen değil hayat
Kimsesizlik giyneğimiz,
Üşürüz hep üşürüz…
diye başlayan…
…Varsay ki, kimliksiz bir gece vakti, Anadolu’nun karanlık bir köyünün kıyısındasın. Bıçak gibi bir ayaz yalarken yüzünü, uzaklardaki solgun yıldızdan başka ışığın yok. Kırık söğütlerin gölgesinden bilinmeyene bir çift ray uzar, gümüş, yılansı… Toprak damlı evler bir mezar gibi karanlık…
Düdük düdüğe trenler geçer, ışık ışığa katarlar. Tanrının unuttuğu bir karanlık köyün kıyısından İstanbul geçer, Mozart geçer, Vivaldi geçer. Ama sana ait tek bir im taşımadan, ama önünden, ama senin dünyandan, ama tam ortasından,.. öyle geçer.
Işığın azalır, ayazın artar.
Az düşünsen, az bilsen o tren, yıkar toprak damlı, mağaramsı evini başına, döşer raylarını yüreğinin tam ortasına öyle geçer.
Sırtından beline iğneler akar. Hani ağlamak bentleri zorlayan bir sudur, ama gırtlağında bir kıl ustura dolaşır, ağlayamazsın. Tam ordasın; ıssızlaştıkça dört yanın, bir ağlama tutar.”
Şenol YAZICI: Sözü uzun tutarak yine okumanın etkilerinden sürdüreceğim. Okumak kazandırdıklarının yanında kabul etmek gerekir ki insanı bozar da. Nasıl ki her ilacı, herkes her zaman kullanamaz, zararlı bile olabilir, okumak da öyle. Doğru zamanda, doğru kitaplar olmalı. Don Kişot’u, Madam Bovary’i bilirsiniz. Eğer doğru yaşlarında uygun kitapları okuyarak altyapı oluşturmaz, yorumlama gücünüzü, söz dağarcığınızı artırmazsanız günün birinde insan ruhunu iyi kavrayan, ama sarsıcı etkileri de olan bir kitapla yüz yüze gelir ve ilk kez hissederek okursanız gerçekten sizi bozabilir. Bu tıpkı gençlerin gittikleri karate filmlerinden çıktıkları zaman her birinin birer Vang Yu, Buruce Lee olması gibidir. Ama nasıl ki olması gereken zamanda spora başlar ve çok çalışırsanız onları bile aşarsınız. Kitap, basamakları adım adım çıktıkça beyninizi ruhunuzu aydınlata aydınlata değiştirir; donatır, ille yazar olmanız gerekmiyor, en basit gecekondudan bir saray, bir efsane adam yaratır.
Yaşıtlarımdan küçük olarak okula başladığım yıllarda bir sorunum yoktu, normal bir çocuktum. Ne geriliğimi bilirdim ne ileriliğimi. Sonra rastlantısal karşılaştığım birkaç kitap ve onlara dayalı örneklemeye denk gelen birkaç güzel söz o çocuğu özel bir yere oturtunca, başlar benim kitap ilgim. Biri sizi sever, akıllısın derse akıllı olursunuz. Alkış bulan, iyi görülenleri yapmaya karar verdim. Bütün ders kitaplarını, sonra da okulun sınırlı kitaplığını boydan boya okudum. Atatürk’ün yazdığı benden iki sınıf yukarıdakilerin aldığı ders Geometri’yi roman gibi okuduğumu anımsarım. Aldığım erken bilgilerden biraz ruh halim bozulmuş olsa da artık ezberlediklerimle sınırlı bilgide olan yaşıtlarım arasında dahiydim. Bunun onuru ve kıvancı kentteki okuma yılarımda da sürdü. Ekonomik, sosyal ya da genç dünyasına özgü kıyaslama yönleriyle benden güçlü olan arkadaşlarımın karşısında tek savunmam okuduklarımdı. Yani okumak bir başka sınıf yaratıyordu. Farkına varıyordum ki benim bildiklerim, onların sahip olduğu her şeyden büyük bir güçtü. Elde ettiğim bu gücü beslemeyi hep sürdürdüm. On yedi yaşında okul müdürü olduğum zaman, bildiklerini taşıyamayacak kadar çok okumuştum. Aklım hep enginlerdeydi, arıyordum. O arayış o zamanlar en şiddetlisiyle, şimdi biraz daha dingin hala sürer. Okula çocuklarını göndermeyen, yoksul, aydınlığı hiç özlemeyen o dağ köyü benim büyük yalnızlığım olacaktı. İdeallerim, kurtaracağım dünya, gençliğimi durmadan çağıran hayat ötelerde bir yerdeydi. Bunu bana kimse değil, kitaplar anlatıyordu, anlatıyordu demek yanlış, hissettiriyordu. Oysa kendi gerçeğim daha ötesini başaracak gibi durmuyordu. Babam yeni ölmüş, kazandığım üniversiteye kayıt yaptırıp, nasılsa bir mesleğim var, maceraya ne gerek diye geri dönmüştüm. Ama bildiklerim, bana ufku gösteriyordu. Sen orayı aşarsın diyordu içimden bir ses, teslim olmamalısın… Kitaplar da öyleydi ya…
Orada, suyun kıyısından sonsuza doğru uzayan o demir yolunda hızla geçen trenlerdeydi benim yarınım… Buldunuz mu derseniz, aramak, emek vermek ve bulmak hep sizin elinizde olan değildir. Donanımızın ne olursa olsun çevre ya da başka etkenler, size aşamayacağınız benzersiz kurt kapanları kurar, avlayabilir. 12 Eylül öncesinde üniversiteye gitmek talihsizliği, ne demektir, anne babalarınıza sorun. Bu ülkenin çocuklarından birer canavar yaratmaya çalışan cadı kazanlarının asıl o zaman kurulduğunu düşünürüm. Bunu isterseniz burada çok genişletmeyelim, belki bir gün yazarım. Ki Bağbozumu romanımda bu havayı da solursunuz.
İşte orada, o yaşta. o ıssızlıkta ve kimsesizlikte öğretmenken tek avuntum o trenlerdi. Irmağın kıyısından ötelere, insansız, ağaçsız bozkırlara, karanlıklara bir düş gibi uzanan bir çift rayın üstünden ışık ışığa geçen trenler… İstasyonumuz olmadığından, bana alay ediyorlar gibi gelen, düdükler çalarak geçerlerdi. Günler, geceler boyu sırtımı okulun çatlak toprak duvarına dayayıp, mağara devrinden kalma toprak damlı karanlık evlerde, tezek yakıp, kör bıçaklarla kıyılmış tütünlerden sarma sigaralar içip gelmeyen öğrencilerimi beklerken, çağının tüm buluşlarıyla donanmış, Vivaldi dinleyen, Mozart anlayan, şık giyimli insanları taşıyan trenleri izliyordum. Vagonların içini, insanlarını okuduklarımdan görüyor, varlığımla inanılmaz bir çelişki gibi geliyordu bana. Bazen o trenler uykularımızın en ağır yerinde döşerlerdi raylarını köyümün ortasına, toprak damlı evlerimizin, okulumun üstüne inanılmaz seslerle, gariptir eğlenen kahkahalarla geçer giderdi, bizden geriye bir şey bırakmadan. Düşündüklerimi kimseyle paylaşamazdım, kimse yoktu ki… Aklım açıklayamadığı çelişkilerle çatlardı. Yüreğim, anlayamasam da, okuduklarımdan hissettiğim büyük bir adaletsizlik duygusuyla ben de tarafmışım gibi kanardı. Sağalmak için istemesiniz de yazardınız. Kurtulmalıydım, bu karanlığı delmeliydim. Amcam, dayım fabrikatör olmadığına göre tek yolu da daha çok okumalıydım. Üniversiteye gittim. Sonra edebiyat öğretmeni oldum. Artık yazmak kaçınılmaz bir uğraşa dönüştü.
“Marmara, günde bilmem kaç ton zehirli atığın denize döküldüğünü, balıkların terminatör kılığında gözükmeye başlamasından anladığımızdan bu yana sesini yitirmiş. Dünyanın en büyük açık yüzme havuzu şimdi, çöplük. Tarih, buna neden olanları, Hitler kadar sevimli anımsayacaktır. Kalabalıksa gene kalabalık, ama ses yok, renk yok. Mudanya'ya doğru sahil, bir yanı zorunlu kalmalarda, bin yanı kalk gidelimler de, isteksiz isteksiz yaz hazırlığındaydı. Kurtuluş savaşında önemli bir yeri olan eski garı, bir lokanta yaptılar. O zamanlar gitmiş, dinozorları arar gibi tren yolunu, anlaşma imlerini aramış, 'Mudanya'da trenin ne işi var,' diye bakan insanlara boşuna sormuştum.
Bu Mudanya, o Mudanya değildi.
Ulubat Gölü kahverengi dalgaydı. Dilim, kirleniyor demeye varmıyor ama, bu renk de, su rengi değil. Bir kezinde, kıyıdaki küçük kasabaya közde sazan yemeye gitmiş, sardunyaların ve Türk rengi karanfillerin biber gibi koktuğu bir evde, bahar gecesinin serinliğini aşmak için yaktığımız mangaldan öleyazmıştım. Merdiven merdiven nakıştı yastıkları ve külsuyu kokardı.
Hey gidi gençlik hey!
Karacabey soğanlar şehri. Bin yıldır neyse, gene o. Tek çivi çakılmadan, insanı deli edecek farklı ve çılgın bir ışık göklere yükselmeden kıyameti göğüsleyecek kesin. Sanki bir olanak verilse, nesi varsa yüklenip başka yere taşınacaklar. Bu duyguyu iyi bilirim. Bozulan musluğu bile onarmak gelmez içimizden. Yaşadığınız yeri bir öldürmeyin yüreğinizde. Ya da insanı...
Bandırma son hızla, sığamayacağı bir koltuğa oturmaya çalışıyor. Doksan bin nüfus, tıklım tıklım caddeler bir zamanların şirin sahil kenti değil. Adam gibi bir iki fabrikası daha olsa, yaşanmaz İzmit olacak.
Erdek yolunu sonunda yapmışlar. Edincik'i görmek için deli oluyorum. O sınıf farkını ve çalışma arzusunu yok eden birbirine benzeyen eski, hırsı olmayan evleri, kapılar boyu tenekelere dikili sardunyaları, karanfilleri, oralara yeni taşınmış olduğu, ama kalıcılığı belli ortancaları, konukluğa gelmiş gibi duran açalyaları, zeytinleri, turşuları görmek istiyorum. İstiyorum da, gemiye geç kalacağız, diyor yol arkadaşım… “
Gülgün ÇAKO: Bu ADA isimli gezi yazınızdan alınma… Hangi kitabınızı okursa okusun dilinizin sadeliğinden, akışkanlığından ve zenginliğinden söz edecektir okuyucu. Son dönem gençlik romanlarına yönelmeniz buradan bakınca daha bir anlam kazanıyor. Yazarın dilsel bir sorumluluğu var mı?
Şenol YAZICI: Herkesin diline sorumluluğu var. Yazarın kuşkusuz daha bir çok. Geçmişte ulus kavramını belirleyen kimi döneler bugün dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de değişti. Almanya’da yaşayan Türk’ü, Almanya vatandaşı saymayacak mı? Ya da Süryani’ye, Hıristiyan’a, Budist’e sen vatandaş değil misin diyeceğiz? Ama değişmeyen paydalardan biri dil… O sadece anlaşmamızı, anlamamızı sağlayan, gündelik yaşamımızı kolaylaştıran bir araç değil, bugün ürettiğimiz ne varsa onu, çevremize , insanlığa yayma, gelecek kuşaklara aktarmamız için bize özgü tek araç. Bizim bize özgü yaşamımızı ve duyumsadıklarımızı başka bir dilin olanaklarıyla aktaramazsınız, hissettiklerimiz de yorumumuz da başka. O yüzden bir bize özgü deyimlerimiz, ünlemlerimiz, seslerimiz var. Kitaplarımız, yazılı belgelerimiz, söylencelerimiz; yani dilimiz olmasın bir sonraki kuşağın halini düşünün. Buz devrinden başlarız. Kimsenin umurunda olmasa bile yazınsal namusu olan her yazar, toplumundan ödünç aldığı, tek sermayesi olan dile karşı, mahallenin gece bekçisi gibi bizzat sorumludur.
Gülgün ÇAKO: AŞKARAYAN’ da KÖSE ilginç ve güçlü bir karakter. Sizi Tolstoy’la Dostoyevski’yle kıyaslattıracak kadar başarıyla üretilmiş… Bakın ne yazmışlar:
“ Okuduğum kitaplar içinde, beni en çok sarsan iki karakter oldu: Suç ve Ceza’nın Raskolnikov’u ve Ş.Yazıcı’nın Ses öyküsündeki Köse. Yazar karakter yaratmakta çok başarılı. Köse, insan ruhunun ulaşabileceği tüm karmaşayı içselleştirip özetleyen biri, ölmeden mezara girenlerden. Dışı Quasimodo, içi Kuyucaklı Yusuf. Daha ötesi, o Köse… Sonsuza değin sesini arayacak dilsiz bir neyzen... diyor bir yazar tanıtım yazısında.
Bir başka yazarımızın da yargısı şöyle: Çok az öykü, örnek kahramanlar yaratır, Aşkarayan’ın Gülbeyaz’ı unutulmayacak biri olacak. O kavgasını insanlığın ortak bir paydasında, yaşamın bir vazgeçilmezinde, sevgide, aşkta veriyor... Dokunmayı ve aşkı, büyüsünü bozmadan didik didik ediyor. “
Ne dersiniz?
Şenol YAZICI: Kurgusal yazında başarı, söz ustalığından daha çok tip karakter yaratmayla ölçülür. Yazar arkadaşların iyi niyetli, öven yaklaşımlarından övünç duydum, ama dünya devleri Dostoyevski, Tolstoy kim, ben kim? Ne var ki engel mi var? Belki daha çok okursam, okuduklarımın aydınlığından insana bakar, kıyaslamalar yapar, kendi kahramanlarımı yaratırsam bakarsınız olurum.
Gülgün ÇAKO: Şenol Yazıcı bir öykücü, bir denemeci, şair… Hemen her alanda başarılı örnekler verdiniz… derken nasıl gelişti roman maceranız?
Şenol YAZICI: Ben hiç kısa öyküler yazamadım. Hatta kısa öykü yoktur, diyen taraftım bir zamanlar, ama kuşkusuz olur, sadece benim tarzım değil. Çok özel ortamlar değilse konuşmayı sevmeyen ben, o anlatma formatına girince duramıyorum. Yaşamın tüm ayrıntılarını resmetmek istiyorum. Her biri roman oylumunda uzun öykülerim vardı baştan bu yana… Demek ki başladığımda hepsi olmayı istiyordum. Özellikle dergi nedeniyle niteliklisini bulamayınca takma adlarla denemek zorunda kalıyorum, şairliğim de öyle çıktı ortaya zaten. Ama hangisinde en başarılıyım, onu bilmem, insan kendiyle yarışır, çevresiyle kıyaslanır. Oysa yazmak kendimizi duyurmaya çalıştığınız ötekinden ses almaktır, o sesi alınca, aldığım sesler çoğaldıkça bileceğim bu sorunun yanıtını…
Gülgün ÇAKO: “ Bağbozumu “ romanınız için "Bir ülkenin yüzyıllık anatomisi, ama tarih değil; yüzyıl sonrasını vuracak, kendi intikamını alacak kırık bir aşkın ve yangın yerine dönen ülkenin romanı..." diyor yazar Öner YAĞCI. Bir aşk bunu nasıl başarır?
Şenol YAZICI: Bu romanın kendisine yönelik bir değerlendirme. Romanın başkahramanlarından biri, Bağbozumu diye adlandırılan Kurtuluş Savaşı yıllarında, Karadeniz’de ırk, din öğelerinin savaş hırsı için karşılıklı olarak yoğunlaştırıldığı bir dönemde Hıristiyan bir keşişi, toplu bir linç kalkışmasında öldürecektir. Yıllar sonra kendi kızının ölüsünü taşırken o olayın yaşandığı yere gelir ve bir iç muhasebesine girer. Tüm yaşamını gözden geçirirken farkına varır ki çoktandır hissettiği gerçektir: Aslında Bağbozumu yıllarında öldürdüğü insan, kendi öz babasıdır. Ne garip bir çelişki ve büyük acı değil mi yaşayan, hele hisseden için.
Gülgün ÇAKO: Dergilerdeki yazılarınızda çoğu kez edebiyatın mutfağına, dünya ve sanat görüşünüze yer veriyorsunuz. Sizin sanat ve dünya görüşünüz nedir?
ŞENOL YAZICI: Aslında bunu dergide ilan ettik; temel poetikaya uymakla beraber, nesnelerle ilişki kuran, insanı önceleyen, yerelden evrensele uzayan, anadilini sahiplenen özgür bir edebiyat savunmamız. Dünya görüşümüzde kuşkusuz siyaset var, ama edepli bir siyaset, çünkü edebiyat evreni kucaklayandır. Siz uzak dursanız da siyaset sizi bırakmıyor. Hem ben oy kullanıyorum, yasal düzende bir partiyi destekliyorum, insanıma ve ülkeme sorumluk duyuyorum, diyeceksin. Hem de siyasetten uzak duracaksın, o zor, hele benim ülkemde, dursan da bırakmazlar. Ne var ki, bu bizim sıradan yurttaş yanımız, eğer yazarsan, tüm insanlığa yol göstermek idealin varsa, sanırım daha ölçülü olmak gerekir. Biz gündelik politikadan, din ırk ve mezhep kavgalarından, parti politikalarından, hemşerici yaklaşımlardan uzak durmaya çalışıyoruz. Her üç beş yılda bir değişen gündelik politikayla hiç ilgilenmiyoruz, daha iyisini, daha evrensel ve kusursuzu önerebiliyor muyuz, ona bakmalı. Yazarı bilimsel ahlak ve insan yararı ilgilendirmeli. Yazar kuşkusuz taraftır, o da insan… Ama oturduğu yer sıra insandan yukarda bir yer. O, kurulu düzenin, sistemin muhalifi, insanlık yararına ütopyalar üretendir. Çıkarlarla, iktidarla, gündelik politikayla, partiyle bir işi olmadığını düşünürüm. Yaratıcı yazar politika kuramcısı değildir.
Gülgün ÇAKO: Peki gençlik kitaplarınız? Onlara da değinelim mi? Öteki kitaplardaki evrensel oturmuş yazar dilinin yerine bu kitaplarda sanki öğretmen diliniz egemenleşiyor: Neden? Çocuk ve gençlik kitabı yazmak gerçekten farklı bir alan mı?
Şenol YAZICI: Çocuk edebiyatına bir şey diyemem, çünkü alfabeyle, okumayla yeni tanışan insana çok özel sunumlar gerektiğini kabul ediyorum. Belki onları kurullar yazmalı… Ama gençlik için, yani artık ders kitaplarından ötesiyle tanışacak, belli bir altyapısı olan, az çok kitap okumuş genç için özel kitap olgusunu ne kabul ediyor ne de onaylıyorum. Her türlü sorumluluk vereceksiniz, her yükümlülüğü isteyeceksiniz, ama arzuladığı kitabı seçemeyecek… Böyle bir şeyin beyin kurgulamak olur sanıyorum. Bunun sanatsal bakış geliştiremeyen, ne var ki bu alanda kendine yer edinmek isteyenlerin kuru anlatılarına kılıf için bir savunma olduğunu düşünüyorum. Roman çağının tanığıysa, yolda gezdirilen bir aynaysa, genç bu dünyada yaşamıyor mu, gerçekleri bilmek onun bağışıklık sistemini, savunmasını güçlendirmez mi? Böyle söylüyorum da, yine de o gençler kendi seçimleriyle almadıkları, yani okuyup bilgilenerek seçmedikleri kitaplarda çok sert gerçeklerle karşılaşmamalı. Daha yumuşak bir başlangıç dirençlerini artıracaktır, aşı gibi. Aynı zamanda kitapla ilişkisi çok olmayanın söz dağarcığı, yorumlama gücü de sınırlı olacaktır, ona göre düzenlenmeli kitap. Bu da edebiyatın aleyhine tabi. Kısaca edebiyatın vazgeçilmezleri eğretileme ve adaktarmasından, imgelerden mümkün olduğunca, yaşamın gerçekte var olsa da, genç dünyasına ağır gelebilecek yanlarından arındırılarak yapılan bu iki kitap denilebilir ki daha kolay okunabilen türden, ilk okumaya başlayanlar için düşünüldü…Yani 12 yaşından 99 yaşına kadar olan ama kitapla ilişkisi çok yoğun olmadığından yorumlama gücü sınırlı kalanlar için.… Elbette bu müdahaleler kitabı sanatsal akışkanlıktan kuru bir anlatıya yaklaştırıyor. Ne var ki, okuma alışkanlığı için gerekli bir basamak olarak alırsak hoş görülebilir. Edebi eser yorumlama, algı gücüne seslenir. Bu donanım, her şeyde olduğu gibi okumada da öncelikli bir özellik. Bu özellik yaş, yaşananlar ve söz dağarcığıyla sıkı ilişkilidir. O söz dağarcığında okumanın önemli bir katkısı var diye düşünüyorum. Okuması aşkın olana engel yok ki, gidip öteki kitapları seçebilir.
Kendimden ve deneylerimden biliyorum ki, okuma alışkanlığı ilk ve ortaöğretimde kazanılır, kazandırılır da… Son o iki kitabı özellikle bu nedenlerle yazdım. Bu aynı zamanda, çok zamandır gördüğüm bu güzel tasarı “Okur Yaratmak” girişimine çamsakızı bir katılımdır diye düşünüyorum.
Ne başardık, diye sorulabilir kuşkusuz. Bunu ölçecek bir yetişkin tanımıyorum. Çünkü sanat zevk, beğenidir. Ne kadar empatiniz yüksek olursa olsun hiçbir yetişkin kendini 13 yaşındaki çocuğun beğenilerini hissedecek dizeyde onun yerine koyamaz. 13 yaşında olup çok yetişkinden daha çok kitap okumuş; bilinci, kültürel alt yapısı olan çocuk var, siz onu karga tilki masallarıyla avutamazsınız. Çok yetişkin var ancak hala en çok Red Kit okuyacak düzeydedir. Ama okuma bağlamında da hesaba katılması gereken bir dönemdir bu onlu yaşlar. Bilinen edebiyatın kuramlarından baktığınızda düştüğünüz yer, hedef kitle açısından baktığımızda ne görünecek? İşte bunu kimse değiştiremez. Okur karar verecek. Ki o sonuçtan heyecanlanmıyorum desem yalan olur… Göreceğiz.
Gülgün ÇAKO: Bu gün eğitim dendiğinde herkes koşturmaya başlıyor. Nabızlar yükseliyor, hararet artıyor. Bir yarış, bir kıyamet. Siz de bir eğitimcisiniz, içinden geldiniz. Aynı zamanda dün daha farklı koşullarda eğitim alanlardan biri de sizdiniz. Toplumun eğitime verdiği öneme getirmek istiyorum sözü, neler söylemek istersiniz?
Şenol YAZICI: Pazartesi sabahlarını anımsıyorum geçmişten. Gün ışımadan yollara dökülen , kente ulaşmaya çalışan, koltuklarının altında bir değirmen taşı gibi taşıdıkları, ancak bir haftada bitirebilecekleri mısır ekmekleri olan, utandıkları giysileri içindeki küçük adamları… Dünün koşullarında ilahi bir ibadete koşar gibi coşkuyla dağları aşıp, denizin kıyısındaki kente okumaya giden kırsalın çocuklarını…
Bu günü yaratanlar, bin yıllık dogmalarını kent öğretisiyle harmanlayıp "hiç birilikten", biri olmaya çırpınan ilk varoş çocukları…
Bugün çok şey benim eğitim gördüğüm zamandan da, öğretmenlik yaptığım zamandan da kuşkusuz ilerde. Sorun çözüm üretmek yerine sorun yaratan sistemde. Sistemi başarıyla tamamlayan ve bir iş sahibi olan da mutlu görünmüyor. Bu kez gerçek hayatta işsizlikle mücadele günleri başlıyor. Hem de diplomalı olmanın yanında yaşam için bir artısı olmaksızın mutsuz çoğunluğa katılıyor. Sistem değişmeyince programdaki yeni yapılanmalar, teknolojinin ilerlemesi işlerliğini yitiriyor.
Dün yoksulluktan aksayan eğitim bugün yoksunlukta topallıyor. Rant peşindekilerin işine gelen sistem içine aldığı öğrenciye kendini geliştirecek zaman bırakmıyor.
Çocuklar ve gençler için endişeleniyorum, tabi bu nedenle de toplumun geleceğinden de. Çünkü bizden farklı olarak, çok bildiğini sanan, toplum için idealleri olmayan ve razı gelmeyecek, yaşına göre ruhu büyüyemeyen, bencil de bir kuşak var dipten dalgalarla gelen.
Gülgün ÇAKO: Peki, çocuklar kendilerini geliştirmeyi nasıl öğrenecek, doğru yolları nasıl seçecek? Aileye, öğretmene, topluma ne gibi sorumluluklar düşüyor.
Şenol YAZICI: Günümüzün olanakları sınırsız. Burada öğretmenlere ve aileye önemli sorumluluk düşüyor. Ben bu konuda, kendi gerçeğimi temel alarak, öğretmenin sorumluluğunun aileden fazla olduğunu düşünüyorum. Çünkü aile olmanın ehliyeti yok, herkes oluyor. Kaç kişi geleneksel yöntemler, kulaktan dolma bilgiler dışında aile ve çocuk konusunda eğitimli? Kaç kişi araştırmış, öğrenmeye çalışmış, yoktur. Herkes anne baba doğuyor sanki. Ama öğretmen iyi kötü eğitimli, bilinçli… Kendini daha da geliştirerek çocuklara her alanda yol gösterici olabilir. Öteki alanlar hem geniş, hem de konumuz dışı. Ne var ki, çocuğun zihinsel gelişiminde çok kolay, ucuz bir yol var; o da kitap. Bir okuma alışkanlığı geliştirilebilirse çocuk bunu yaşamının hiçbir devresinde terk etmiyor. Kitapla çok işi olmayan ama okuyana saygı duyan kırsal kesimden bir ailenin çocuğuydum. En çok sıkıntıyı okumak için gittiğim kentte uyumda yaşadım. Ya içime kapanacak, ya uyumsuzluğumu savunacaktım. Bugün varoşlarda suç oranının yüksekliğinde bu uyumsuzluk büyük etkendir. Ya da öğrenecektim. Öğrenmeye niyetli biri için sosyalizasyon, kentleşme süreçle olabilir, ama okulu yok. Oysa hemen olması gerekliydi. Ben okumayı seçtim. Kitaplardan öğrendim. Önce biçimsel alışkanlıkları, sonra kent insanının doğasını, sonra yaşamını, sonra tüm insanları... İlk yazılarımı lise de yazdım. Beni ilk fark eden babam değil, Türkçe öğretmenimdi. Bana yeni kitaplar veren, edindiğim bilgimi sunmama olanak sağlayan, böylece girişimciliğimin artışında bana moral veren, yönlendiren o öğretmenimi, Osman Coşkun Çelebi'yi saygıyla minnetle anıyorum.
Gülgün ÇAKO : Okur olmak için çıktık da yola, sahi ilk durakta ne var? Sizin için okur olmak nasıl bir duygu , örneğin nasıl başladı ilk okurluğunuz?
Şenol YAZICI: Benim çocukluğumda yeterli kitap hem yoktu, hem de olanaklar kitaba o denli zaman ve para ayıracak boyutlarda değildi. Büyüklerimiz de eğitime inansa da kitaba çok inanmazdı. Belki ona ayıracak olanaklar da yoktu. Sanki kitapsız eğitim olurmuş gibi… Çok kitabı ders kitabımın içine saklayıp okuduğumu anımsarım. Bundan ötürü içimdeki çocuk zamandan alacaklı... Oysa şimdi sizler çok şanslısınız. Hem kişi başına düşen gelir arttı, hem de kitaplar görece ucuzladı. Ayrıca sadece ailemiz, büyüklerimiz değil, devletimiz de kitaba, okumaya ayrı bir özen gösteriyor.
Gülgün ÇAKO : Okumanın, kitabın öğrenciye ne gibi yararları olur. Okunmazsa ne olur?
Şenol YAZICI: Kitabın kazanımları o denli yinelendi ki artık içi boşaldı sanki. Yemeğin yararlarını anlatmak gibi bir şey, vazgeçilmezi yinelemek anlamlı değil. Okuyan bir insan; dünyayı ve başka insanların gerçeğini anlarken, kendini ve çevresini de en iyi biçimde tanır, güzel konuşur, güzel yazar, algılama gücü gelişir; anlatılanı ve söylenenleri tam, doğru ve çabuk anlar, başkalarının okumasına da doğru örneklik yapar. Kitap okuma alışkanlığı olanla, olmayan arasındaki ayrım ilk görüşte fark edilebilir.
İnsanlar doğaldır ki okumadan da yaşayabilirler. Hiç kitap okumayan çoğu insan, gündelik yaşamını, 100 – 300 sözcükle sürdürüyor. Oysa öğrencilerimizi yaşamın içinde bekleyen çok sayıda sınavın hazırlanışında, Türkçe’nin yüz binlerce sözcüklük dağarcığı kullanılıyor.
Söylediklerimizi somutlaştırırsak; sınavlara girip çıkmış hem de çalışkan kimi çocukların bazen; ben soruları biliyordum, ama zaman yetmedi, demelerini anlarız. Oysa zaman sorulara göre uzmanlarca ayarlanmıştır. Buradaki sorun; okuma alışkanlığı olan bir genç, bir soruyu iki dakikada okuyup anlıyorsa, diğeri aynı soruyu altı dakikada yani öncekinin üç katı sürede anlıyor. Bundan ötürü de soruları bildiği halde zaman yetmiyor. Çünkü algılama hızı gelişmemiştir. Algılama hızı da en çok kitaba bağlı bir kazanımdır.
Kuşkusuz hepimiz yazar şair olamayız, ama kendimizi tanımlayacak, başkalarına da anlayacak insanlar olmamız elimizde. Yani iyi bir doktor, iyi bir öğretmen, iyi bir belediye başkanı da olmak da kendini doğru tanımak ve anlatmaktan geçiyor. Bu da ya çok uzun yaşamakla ya da okumakla olur.
İnsanlar bir çok yetenekle yaratıcı yazma, resim, müzik vs. gibi donanımla doğarız. O insanda, bu özellik varsa geliştirilebilir, bu doğru. İnsanların yeteneklerinin su yüzüne çıkması, yine okuma alışkanlığıyla doğru orantılı. Kişi iyi bir kitap okuruysa, var olan yeteneklerinin ayrımına daha çabuk varıyor. Ne var ki insan, isterse çalışarak, her alanda üstün olamasa da, bir düzeyi yakalayabilir.
Gülgün ÇAKO : Bir kitap okudum hayatım değişti, der ya Orhan Pamuk , böyle bir şey olabilir mi gerçekte?
Şenol YAZICI: Eğer ki kırılma noktasına denk gelirse ince bir rüzgar bile sizi ummadığınız enginlere atar. Tek başına bir kitap da bu sihri bulana aşk olsun da, şu gerçek: Yeryüzünde çevresini, ortamını, koşullarını değiştirme yeteneğine sahip tek yaratık insan. Bu da bilinçle olur. Bilinci de yaşadıkları, okudukları ve yorumladıkları oluşturur. Yani kitaplar büyük bir katkıda bulunur yaşamınızı şekillendirmeye.
Gülgün ÇAKO : Okumak, denince kitaplar akla gelir de , yalnızca kitap mı okumak?
Şenol YAZICI: Tabi ki değil, öncelikle ders kitaplarınız, kitapların dilini çözmenizde ne büyük anahtar, aynı zamanda sizi yaşama hazırlayan, geleceğinizi kuran etkenler. Ardından ilgi alanlarınıza göre kendinizi donatacağınız daha sayısız kaynak kitap, hobi, ilgi, alan dergileri, gazeteler var. Hepsi okunmalı. Zor mu değil elbet, nasıl yemek yiyorsak günde üç kez, bir iki saat kitap okumak da sizi yeterince donatacaktır. Peki bu donanım niçin, kuşkusuz yaşam için, daha sağlıklı daha başarılı bireyler olmak için. O zaman hayatı da okumayı bilmek gerekiyor, onun şifrelerini çözmek, ona göre tavırlar geliştirmek, öğrendiğinizi uygulamak gerekli. Unutmamalı ki, as’lolan yaşamdır ve zeka yaşama uyum yeteneğidir. Yani aklınızla övünüyorsanız, kanıtı kazandığınız para değil, sağladığınız mutluluktur.
Gülgün ÇAKO : Yazan biri okurken kitaplar hakkında ne düşünür, nasıl bakar hep merak etmişimdir. Sahi, okurken nasıl bir ruh hali içinde olursunuz?
Şenol YAZICI: Önce bu kitaplar keşke çocukluğumda ve gençliğimde olsaydı diye düşünüyorum. Sonra da yazarlığım yani edebiyatın mutfağında olmam aklıma geliyor, başka bir gözle irdelemeye başlıyorum, nasıl yapmış ya da hangi teknikleri kullanmış da başarmış gibi… Kuşkusuz o zaman da okumanın tadı kaçıyor.
Gülgün ÇAKO : Yazmaya yönelen gençlere öneri de bulunmak gerekirse, neler söylerdiniz?
Şenol YAZICI: Şimdi tüm yapacağınız okumak, durmadan okumak ve yaşınızın gereklerini yerine getirerek yaşarken, yaşadığınızı algılamak, yorumlamak olmalı. Hazır olduğunuzda sizi kimse tutamaz, o sabır ve yatkınlığınız varsa yazarsınız. Kimse yirmi yaşında yazar olamaz, düşünmeyin bile. Ama otuz yaşında, kırk yaşında yazar olmak istiyorsanız bugünden kendinizi hazırlamanız gerekir. O da iyi bir eğitim ve çok okumaktan geçiyor. Başka ne yapılabilir, yirmi yıl beklerken. Günlük tutulur, yazma çalışmaları yapılır, olanağı bulunursa bu çalışmalara yer verecek dergiler, okul gazeteleri denenir, arkadaşlarınız arasında paylaşılır, eleştiri istenir, bu eleştirilere gereken önem verilir. Bir meyvenin oluşması için baharda çiçek açması, yaz güneşini görmesi, güz yağmurlarını yemesi, bazen mevsimin kışa dönmesi gerektiğini düşünürsek… insanın düşünsel ve yaratısal bakımdan en uca ermesi olan yazarlığın hemen olması olanaksız. Yaşamı tüm boyutlarıyla algıladıkça yazma gücünüz ve cesaretiniz artacaktır.
Gülgün ÇAKO : Okur Kazandırma Projesi‘nde velilerden ve öğretmenlerden aldığımız destek bizim için çok anlamlı. Sizce toplumsal rol sahiplerinin, aile, okul, yazar… sorumluluklarını karşılaştırdığımızda nasıl bir sonuca ulaşırız?
Şenol YAZICI: Kuşkusuz bireysel adımlar anlamlı ama en doğrusu toplumun bütün unsurlarının sahip çıkması. Ki hepsinin bir idealde birleşmesi kolay da değil. Siz bunu başarmış gibisiniz. Burada tanık olduklarım gerçekten çok etkileyici, bunu başta da dile getirmiştim. Bunca insanın çocuklarının okur olması, bir yazarla görüşmesi için seferber olması, gerçekte olması gereken ama ülkemizin koşullarında şaşırtıcı. Kitaplarımı görmeseydiniz, okumasaydınız önceden, bu ilginin yanıltıcı olacağını, bu etkinlikten sonra beni taşlayabileceğinizi bile düşünürdüm. Ama siz ne yaptığınızı, ne aldığınızı bilerek hareket ediyorsunuz, bu da beni gönendiriyor kuşkusuz. Bir şey üretmişim demek ki. Ülkemizde ne yazık ki artık ancak şarkıcılar, mankenler böyle ilgi görüyor. Gerek velileriniz, gerek öğretmenleriniz, gerekse öğrencileriniz, kuşkusuz bu insanların Bigalı olduğunu düşününce, Bigalıların çok büyük bir bilince sahip olduklarını kanıtlıyor. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki aydınlanma heyecanını yaşar gibisiniz. Yönlendirenler, paylaştıranlar kimlerse eli öpülesi, alkışlanacak insanlar. Çalışmalarınızdaki bu basamağın onurunun da bana denk gelmesi de ayrı bir kıvanç konusu. İstanbul Tüyap etkinliğimizde bir avuç insan vardı dinleyici ve biz yedi yazardık. İzmir TÜYAP’ta beşi İzmirli, yedi yazara karşı beş dinleyici… Bu bir bizde öyle değil, şarkıcı, televizyoncu değilseniz hep böyle… Tüyaplarda, uluslararası etkinliklerde üç beş kişiye konuşan uluslararası, Nobelli yazarları gördükçe yaptığım işten pişman olduğum çok olmuştur, ama şimdi bu ilgili insan kalabalığını, çocuklardaki heyecanı, sizlerin emek ve özeninizi görünce daha zor, daha iyilerini yapmak için arzu bile duydum. Yazar arkadaşlarım görseler kıskanırlardı. Belki Biga sadece okur yaratmanın örnek başlangıcı değil, yazar yaratmanın da çekirdeği olabilir. Size önerim bu potansiyeli boşa tüketmeyin… Potansiyelinizi artıracak, kalıcı kılacak, everenselleştirecek bir dergi çıkarın, ele ele verin bir dergi çıkarın. Tüm ülkeye yıllarca sürecek bir örneklik sergileyin. Biga tarımsal zenginliği olsa da unutulmuş, bilinmeyen bir ilçe değil, okur ve yazar yaratmanın hanı olsun, dünyanın tüm yazarları da yolcunuz. Gelirse elimden ben de bunun için size destek vereyim, ilk onur konuğunuz olma unvanımı saklı tutun yeter bana…
Hadi başlayın. Başta da dediniz ya sayın Gülgün Çako, her şey bir hayalden başlar. Güneşin fethi bile…
Şenol Yazıcı kitaplarıyla
ilgili
öğrenci ve öğretmen yorumlarını okumak isterseniz buraya tıklayın
*
KAPANIŞ KONUŞMASI
*
Comments